Semih Kaplanoğlu, genetik kaos düzlemine kurduğu ve kadim bir kıssanın etrafında büyüyen filmi Buğday ’da bazı soruların cevabını arıyor. Yürünmesi zor ve de karmaşık bir yola çıkartıyor bizi. Bilimin suskun kaldığı yerleri, vahyin bize anlattığı Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın sırlarla dolu kıssasıyla anlamamızı sağlıyor. İzleyiciden çok olumlu tepkiler alan ve Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde büyük ödülü kazanan Buğday filmine dair merak edilenler, yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun verdiği cevaplarda saklı.
Keyifli okumalar…
Semih Bey filmlerinizde doğa ile kurduğunuz çok güçlü bir iletişim var. Buğday filminde de doğaya dair çok şey söylüyorsunuz, doğayla başlayan ve bununla birlikte manevî bir yolculuğa dönüşen süreci izliyoruz filminizde. Bu hikâyenin doğuş süreci nasıl oldu?
Bal filmini çektikten sonra, -tabii biz Bal’ı Türkiye’nin en güzel yörelerinden Doğu Karadeniz’in dağlarında, yağmur ormanlarında, muhteşem bir doğanın içinde çektik- orda geçirdiğimiz her bir an bile müthiş bir lütuftu bizim için ve film çekmenin dışında o güzelliği filmle yansıtmaya çalıştık. Fakat dünyada o kadar azaldı ki böyle alanlar, giderek de tahrip oluyor. Bal filminin o dünyasından çıktıktan sonra festivallere, dünyanın birtakım yerlerine davet edilmiştik; Güney Amerika, Asya, Avrupa, Gürcistan vs. Baktık ki bizim Bal’da kurduğumuz dünya, şuandaki dünyayı asla temsil etmiyor. Şuandaki dünyada çok büyük tahribat var hem insanlarda tahribat var hem iç hem dış tahribat; bütün doğal mekânlar, yaşadığımız hayat bozuluyor giderek, tümü deforme oluyor. Savaşlar bir yandan, Irak işgali ile başlayan sonra şimdilerde Suriye’ye evrilen bu savaşlar ve aslında dünyanın her yerinde devam eden çatışmalarla başka bir dünya tasavvurunun da bizi kuşattığını, artık bunun dünyayı tanımlarken gözümüzden asla kaçıramayacağımız bir gerçeklik olduğunu gördüm, şahit oldum. Öte yandan uzun zamandır çevre ve ekoloji konusunda; bunların fıtratla ilgili yönleri yani yaratılışımızın korunması, tahrip olmaması hususunda hep düşünüyorum, düşünce üretiyorum.
Çevrede yaşanan sorunların temeline baktığımızda, buna, bizim doğayı kirletmemize ya da kapitalizmin yarattığı zorlukların sebep olduğunu görüyoruz ama asıl meseleyi kaçırıyoruz. İnsan bunu yapıyor ve bunu yaparken neden acaba zarar verdiğini fark etmiyor?
Ya da görerek, zarar verdiğini bilerek bunu yapmaya nasıl devam ediyor? Bu bende temeli oluşturdu. Filmi yapmaktaki yola çıkışım buydu; çünkü bizim yaratılışımızdan getirdiğimiz vicdan gibi, sorumluluk gibi birtakım hasletlerimiz var. Biz bunların nasıl üstünü örtebiliyoruz hani sadece hayvanları, bitkileri, çevreyi tahrip etmek de değil mesele; haksız savaşlar, işgaller vesaire. Bunların hepsi aslında bir bütün.
Bunlar birbirini mi tetikliyor sizce?
Tetikliyor evet ve bu Batılı anlamdaki medeniyet düşüncesinin sonuçları. Bunun altını çizmek lazım yani neticede bu sadece şehirlerin işgali ya da kültürlerin, geleneklerin, inançların yok edilmesi değil aslında, bu bütünüyle dünyanın işgalidir. Her şeyiyle iç ve dış anlamda. Bu, sonuçta gelip insana dayanıyor ve biz eğer tek tek insanlara halimizi ve durumumuzu, halini ve durumunu hissettiremezsek, içlerindeki o vicdanı, sorumluluk duygusunu azıcık tahrik etmezsek, bu bakış iyice körelecek. Çünkü empoze edilen her anlamda bir tüketim kültürü, ego, insanın bencilliğinin reklam edilmesi ve bunun doğru bir şey olduğunun savunulması.
Bu mantıkla oluşmuş bir yaşam biçimi var ve bu yaşam biçiminde tamamen yaratıcıyla ilişkisini koparmış bu insanların, hayatımıza verdiği zarara, işgale ve parçalama haline tanık oldum. Filmi yapmadan önceki soru buydu; bu tanıklığın karşılığına neyi koyabiliriz? Biz muhatap alacağımız insanı onlara nasıl aktarabiliriz? kaygısıyla hareket ettim. Tabii kaynaklar olarak da en iyi bilebildiğim bizim memleketimizin ariflerinin geleneğinin ürünleri, Yunus Emre’nin, o silsilenin bugüne kadar gelip getirdiği öğretiler, artı Kur’an-ı Kerim, tabii ki pergelin en sabit ayağı olarak düşünüp, onun etrafından o merkezden bakıp hikâyeyi yavaş yavaş kurmaya çalıştım.
Filmde işlenmiş bir gelecek tasavvurunuz var, distopik denir ya da denmez belki ama bunu bir gelecek tasavvuru olarak algılıyoruz ve burada kaos var. Size göre o dünyada insanoğlu ilk neyi kaybetti? Suyu mu toprağı mı tohumu mu yoksa önce kendini mi?
Kendini kaybetti tabii ama önce şöyle söyleyelim ben distopik bir film yapmadım ve aslında gelecekte geçtiğini zannettiğimiz şey bugünde geçiyor. Biz bugünkü yaşantımızda aslında tamamen bir tür geleceği kurguladığımız için, şimdi yaşamakta olduğumuz felaketi ve açmazları göremez hale geliyoruz. Aslında biz şu anda bunu yaşıyoruz, bu film bizim şu anda yaşadığımız şeyi aktarıyor. Sınırlar var ve sınırlarda insanlar ölüyorlar, denizlerde insanlar boğuluyorlar, sebep savaşlar. O savaşları da o insanlar yapmıyorlar; dışarıdan birileri o savaşlara sebep oluyor, işgal ediyorlar ve o insanlar orada yaşayamamak, dışarı kaçmak, ülkelerini terk etmek zorunda kalıyorlar ama bu sefer de sınırlarda ya da işte o aşmaya çalıştıkları denizlerde yok oluyorlar. Buna biz distopya dediğimiz zaman sanki bu dünyadan, bugünden bahsetmiyor gibi oluyoruz. Fakat biz bugünü anlatıyoruz. Bugün, belki birilerinin distopyası olabilir ama bizim değil.
İnsanın toprakla kurduğu bağ önemli. Bunu filminizde vurguluyorsunuz. İnsanın ilk kendini kaybedişinin başlangıcı doğa ile bağının kopması olabilir mi?
Tabii ki doğa ile bağının kopması; çünkü doğa ile bağlarımız koptuğu andan itibaren aslında her şeyi kendimiz yaptığımızın vehmine kapılıyoruz; işte inşaatı biz yapıyoruz, her şeyi biz inşa ediyoruz… Ama doğaya gittiğin zaman bunların hiçbirini ben yapmadım diyorsun, şimdi o bilinç kopuyor aslında. Oradaki minnet duygusu, toprağın insana verdikleri, zaman döngüsünü hissetmek, mevsimler ve bütün onların aynasında kendini görmek… Kopan şey budur. Bu koptuğu için bence yaratıcıyla olan ilişki de kopuyor bir anlamda. Yani biz, şehirlerimizi de kendi yaşam tefekkürümüz etrafında örgütleyebilirdik ki örgütlemişiz zamanında. Osmanlı döneminde, Medine döneminde, Hz. Peygamberin (sav) döneminde, sonrasında mesela Bağdat’ı, Şam’ı, İstanbul’u, Kayseri’yi, Malatya’yı, Konya’yı eski halleriyle biliyoruz, yapısına dair bilgilerimiz var, menakıplardan okuduklarımız var. Bu bağı koparmadan yaşamayı, yaşama kültürünü kurmuşuz. Şimdi tabii başka bir şeyle geldiğinde, dışarıdan dayatıldığında ve biz de buna boyun eğdiğimizde bu sorunu kendimiz yaşıyoruz ve yaşam biçimimizle o soruna hizmet eder hale geliyoruz.
Bu süregelen bir bilgidir; doğanın akışına yaptığımız her müdahale bir şekilde bize olumsuz anlamda geri dönüyor.
Tabi dönüyor, bu global bir şey. Yani bunu şöyle düşünmememiz lazım, biz mesela Türkiye’deki yönetimlerin, belediyelerin yaptığı bu tahribatlarla, düşüncesizliklerle ilgili hareket ediyoruz, tamam ama bu mesele dünya ölçeğinde bir şey, bir tek bizde olan bir şey değil. Aslında bu karşı duruşun dünya çapında olması gerekir.
Buğday filminde doğanın şiddetli bir geri dönüşü olduğunu gösteriyorsunuz bize, bu şekilde devam ettiğinde, içinde olacağımız dünyayı tasvir ediyorsunuz. Bu yok oluşla ilgili ne söylersiniz?
Bu oldu zaten, bazı yerlerde oldu. Şimdi söyle söyleyeyim geçen gün bir şey okudum, bizdeki durum nedir bilmiyorum ama Almanya’daki toprakların %30’u zehirlenmiş, tarım yapılamaz halde, tarım yaparsanız zehirli şeyler çıkıyor; zehirli domates, zehirli biber vs. Biz de şimdi çok yoğun olarak gübre kullanıyoruz, sentetik gübre kullanıyoruz, birtakım türleri yok ediyoruz.
Mesela diyelim ki burada yetişmiş, Allah burada onu yetiştirmiş, bir elma ağacı. Dağın başında çıkmış, kendi başına yetişmiş şimdi bunu atıp onun yerine 500 kg elma veren ağaç koyuyorlar, ama o ağaç toprağımızı o kadar çabuk tüketiyor ki, çünkü çok hızlı yetişiyor, genetiğiyle oynamışlar.
Bizim yerli tohumlarımız var, bu topraklara özgü, yaratılmış yetişmiş ürünler var biz bundan vazgeçiyoruz. Tarımcılara da ya da bu işle uğraşan insanlara da haksızlık etmememiz lazım; çünkü onlar da o kısır döngü içine giriyorlar, sistem bozuk çünkü. Diğer taraftan, mesela 1950’de yapılmış bir araştırma var; işte bir elmada 10 mg vitamin, 5 mg başka şey, böyle bir sürü bir sürü etkili besin var. Bugün bir elmada bunların hiçbiri yok. Yediğimiz elma tamamen posa aslında. İçinde inanın çok eser miktarda vitamin kalmış onun dışında hiçbir şey yok; çünkü topraktan hiçbir şey alamıyor, toprak yok, toprak verimli değil çünkü.
Doğal tohumlarla ilgili yeni yeni bir bilinç oluşmaya başladı. Anadolu tohumları örneğin, çok özel tohumlardı. Bunları da kaybediyor muyuz?
Biz kendi tohumlarımızı saklamalıyız. Korunması lazım, koruyorlar belli oranlarda ama şunu çok iyi bilelim; ben Niğde’deki bir çiftçiyle konuştum, dedi ki: ‘Bizim burada eskiden 26-27 çeşit elma vardı şimdi ise 3’e düştü.’ Sen 24 tane Anadolu elmasını yok ettin gitti. N’olacak şimdi?
Filmde genetik kaos dediğiniz durumu biraz açmak istiyorum tam da bu noktada; yani tohumun doğal yapısını değiştirdikçe, toprağın da bir süre sonra tohumu reddetmesi ve ürün vermemesi. Aynı zamanda filmde geçen bir cümle de çok düşündürücüydü ‘‘Tohumun yapısını, genetiğini bozdukça insanın da yapısını bozuyoruz.’
‘Acaba?!’ diyorum ‘Bizim çağın insanının vicdanını kaybetmesi, duygularını köreltmesi, reaksiyonlarını gösteremez hale gelmesi, belleğini kaybediyor olması, hatırlayamaması, unutması, ne bileyim sesini çıkartamaması zulüm karşısında. Bunlar zannediyorum bu gıdalardan kaynaklanıyor.’ Yediğimiz şeyler hakikaten etkiliyor bir şeyleri. Şimdiki çocukların aşırı enerjik halleri, dur durak bilmeyen hareketleri… Tuhaf.
Bundan 30 yıl önce olmayan hastalıklar var.
İnanılmaz bir şey. Geçen gün dinledim, bir profesör diyor ki: ‘Artık 10 sene sonra doğan dört çocuktan biri otistik olacak.’ 4’te 1’i… Bu ne şimdi? ‘Neden oluyor bilmiyoruz?’ diyorlar.
Globalleşmeyle, teknolojik değişimle ve de sermayenin yapısıyla kapitalizmin en ihtişamlı dönemini yaşıyoruz. Siz filminizde, ‘Tüm bunların bizi götüreceği nokta böyle bir yer olabilir’ diyorsunuz.
Böyle giderse öyle bir yer olacak. Dünyanın bazı bölgeleri zaten böyle. Bakın mesela Somali’de bir kamp var. Kamptaki insanlar aç. Kampın yakınındaki geniş bir alanı Batılı tarım şirketleri satın almış, burada tarım yapıyorlar. Kamptakiler açlıktan ölüyorlar, çocuklar susuzluktan ölüyor. Hemen yanında da fıskiyelerle tarım yapılıyor ama BM bu insanlara uçakla yemek getirmeye çalışıyor, Kızılay yemek getirmeye çalışıyor. Yanı başında dev bir alanda kilometrelerce mısır, buğday her şey var ve elektrikli tellerle sınırları çevirmişler, burada tarım yapıyorlar, az ötesinde insanlar açlıktan ölüyor. Böyle bir şeyi siz anlayabilir misiniz?
Aslında soru şu; Nasıl oluyor da insanlar bunlara tepki vermiyor?!
Evet işte! Bu yani… Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir hayat? Bu anlaşılır bir şey değil. Şimdi o insanlar niye aç biliyor musunuz? Bunlar, burayı tarım alanı ilan ettikleri için, oradaki insanlar hayvanlarıyla oradan geçemedikleri için, hayvancılık yapamıyorlar. Bu bölgedekiler, 3-5 sene evvelinde hayvancılıkla geçinen göçebe insanlardı; hayvanları vardı, inekleri vardı vs. Ve Somali içerisinde bir tur yapıyorlardı. Nasıl ki bizde yayla var, çıkıyorlar yükseğe, aynı şey; ama bu tarım alanlarından geçemiyorlar. Geçemedikleri için aç kalmışlar, susuz kalmışlar, bütün hayvanları ölmüş. Ve bu adamlar az ötelerinde tarım yapıyorlar. Yani şimdi bu nasıl bir dünya? İnsanın içi çölleşmiş sonuçta. Bırak dışarıdaki toprak zehirlenmesini, insanların içi ölmüş, buna tepki göstermeyen insan nasıl yaşar ben anlayamıyorum.
Filminizde anlatılan tohumun yapısıyla birlikte insanın yapısının da bozulması düşüncesi bu gördüğümüz manzaraya oturuyor o halde? Size göre tohumla birlikte insanın yapısı da mı bozuluyor?
Bakın somon… Norveç’te somon balıklarının içine insan geni aktarıyorlar; çünkü neden biliyor musunuz? Çiftlikte yetişince pembeleşmiyorlar. İnsan eti pembe ya o sebeple. Domateslerin kabukları mesela; ne bileyim kolay patlamasın, ezilmesin diye hamam böceği geni veriyorlar. Domateslerin o kalın kabukları hamam böceği geninden. Bakın bunların hiçbirini söylemiyorlar. Neler yapıyorlar neler inanamazsınız ve bunların hepsini İsrail yapıyor. Çoğunluğunu… Ama onlar ürettikleri hiçbir tohumla kendi ülkelerinde tarım yapmıyorlar. Bize sattıkları hiçbir tohumu kendi ülkelerinde ekmiyorlar.
Filminizde tüm bu kaosu gördükten sonra Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasına atıf yapılan yere geçiş yapıyoruz. Muhakkak ki bu kıssanın her insana söyleyebileceği şeyler vardır ama filmdeki hikâyenin içerisinde, sizce ne söylüyor?
Şimdi şöyle… Dünyada yaşanılan bu duruma sebep olan şeylerden bir tanesi her şeyi kontrol ettiğimizi düşünmemiz, her şeyi bildiğimizi düşünmemiz, her bilgiden emin olmamız bilim ve teknolojinin sahibi olmamız, istediğimiz gibi her şeyle oynama hakkına sahip olduğumuzu vehmetmemiz. İşte bu, bana hep Hz. Musa’nın ‘Ben her şeyi biliyorum’ tavrı ve ona gelen vahiy ‘Sen her şeyi bilemezsin. Senden daha bilgili bir kulum var, o işte iki denizin birleştiği yerdedir.’ O zaman biz de demek ki bugün her şeyi bildiğimizi vehmediyoruz, her şeyi biliyoruz diyoruz; ama bilmediğimiz şeyler var. O bilmediğimiz şeyler yüzünden başımız derde giriyor, yani o bilmediğimiz şeyleri bildiğimizi zannettiğimiz için. O yüzden de o kıssa bana açıkçası bugünün insanının ulaştığı bu ‘her şeyi bilirim’ mantığını gösterdi. Bilimi bir put haline getirmek, bilimsel her şeye eyvallah demek ve hiç sorgulamamak, tartışmamak, bilimse tamam o zaman doğrudur diye ön kabulümüzün olmasının bir eksik yanı olduğunu ve bu anlamda da kıssa ile örtüştüğünü düşündüm. Çünkü Kur’an’ın mesajı geçmişe, şimdiye ya da geleceğe ait değil, hepsine; bütün zamanlara ait. O yüzden mutlaka biz inancımız gereği, Kur’an’ı Kerim hayatımızın her anına ve her noktasına dair bir şey söylüyorsa, o zaman biz ondan her şeyi alıp pratik hayatımıza katabiliriz, zaten katmalıyız. Katmadığımız için bir sürü sorun yaşanıyor.
Aslında bu kıssa tam da örtüşüyor hikayenizle.
Zaten bir filmin oluşması böyle oluyor. Benim için böyle oldu bu film. Niye dünya böyle, nedir sebep, neden böyle yaşıyoruz? sorularını sordukça o kıssaya gittim. Yani, önce kıssayı alıp ‘Ya ben bunu film yapayım demedim.’ Olup bitene bir cevap vardır mutlaka, boşu boşuna olamaz. İnsan ister istemez Kur’an’a gidiyor, sünnete gidiyor, hadislere gidiyor, ariflerinin divanlarına gidiyor, menakıplarına gidiyor vesaire. Orada şunu görüyorsun; gelenek o kadar güçlü, taze ve aslında yaşıyor ki –canlı aslında- sen bunu dışına çıkıp bakmaya başladığında görebiliyorsun, görünüyor yani her şey.
İslam tasavvurunda, yaratılış bahsinde; evren ve tüm canlılar yaratılışın ihtişamının bir göstergesi. Bilim bizim için bir araç aslında. Yaratılışın hikmetini, gizemini çözmek için ve elbette yaşamı sürdürebilmek için. İslam dininin özünde bilime karşıt hiçbir şey göremiyorum; aksine bunu yücelten ve gerçekliğini vurgulayan ‘Akledin’ diyen bir din var karşımızda. Fakat modern bilim tarzında da tam tersi bir tavır var. Hiçbir manevi düşünceye izin verilmeyen, yok sayılan bir tavır. Filmdeki Erol karakterinde de bunu görüyoruz, onun yolculuğunda, bu manevi alana geçişini izliyoruz. Bu bakış açısıyla bu yolculuğu nasıl değerlendirirsiniz?
İnsan çaresiz kaldığında ve aslında kendi yaptıklarıyla, ürettikleriyle, kendi ortaya çıkardıklarıyla da bir çare bulamadığında derdine, ‘O zaman burada bilemediğim bir şey var, anlayamıyorum, cevap veremiyorum.’ sorusunu sorup buna cevap aramaya başlayabilir, eğer biraz vicdanı ya da birazcık hissi varsa. Erol da böyle yola çıkıyor aslında; çünkü o şeyi duyuyor, birisi diyor ki: ‘Eskiden burada bir bilimci, tohumcu vardı. O bizim bir tohum yaratamayacağımızı iddia ediyordu.’ diyor ve zaten sonra biz onun mahkeme kayıtlarını dinliyoruz, diyor ki: ‘Biz, yaratılmış ilk tohumla şu anki pirinç arasındaki köprüyü kopardık.’ Bu şu demek aslında: Biz zannediyoruz ki laboratuvar ortamında yaptığımız herhangi bir şey kâinatın, evrenin, doğanın, Allah-u Teala’nın izini taşır. Halbuki şöyle bir şey var; bu ilk pirinç, belki 2 milyon 3 milyon yıldır bu dünyada duruyor. Bağı koparılmamış, genetiği ile oynanmamış bu pirinç, 2 milyon yılın gecesini gündüzünü depremini yağmurunu dolusunu her şeyini yaşamış; ona rağmen ayakta kalmış ve gelmiş bugüne. Sen şimdi alıp onu değiştiriyorsun, günde 3 tohum veriyor, 50 tane versin istiyorsun! Aslında 2 milyon yıl dünyada duran ve kendi kendine yaşayan, kendini var eden Allah’ın tohumunu bozuyorsun. E şimdi bu nasıl bir şey? Cemil Akman karakteri bunu söylüyor: ‘Ürettiğimiz tohumda ya da yaptığımızda bir eksiklik var.’ Çünkü duramıyor ayakta, devam edemiyor, 3 kez ürün veriyor, dördüncüde çekip gidiyor, ne bu? Bir eksiklik var. Erol da bunu yaşıyor zaten. Bilim adamı olarak bulamadığı bir şeyler var çözemediği, anlayamadığı…
Sonra da bu çözemediği, anlayamadığı bilginin peşine düşüyor.
Evet, Musa’nın (as) vahiy geldikten sonra yola çıkması gibi bir şey bu. Demek ki her şeyi bilmiyor, bilmediği bir şey var. Bu Batılı düşünce yapısı, bilgiyi hep parçalıyor; manevi bilgi, bilimsel bilgi, sosyolojik bilgi, psikolojik bilgi, matematiksel bilgi… Halbuki bilgi, tek, bütüncül bir şeydir. E sen bunun bir kısmını ortadan kaldırıp sadece kontrol edebildiğin ve düşündüğünü zannettiğin yönüyle bilgiyi yönetmeye kalkarsan; işte o bilgi bazı şeyleri karşılamıyor, yetmiyor bir yerden sonra. Problem o işte.
Bizler Müslümanlar olarak bilgi, teknoloji karşıtı değiliz ki. Aslında bugünkü yapılan şeyin altında da İslam âlimlerinin taşıdığı matematik, cebir, geometri gibi pek çok bilimsel çalışma var.
Filmde bütün varlıklarda yer alan M maddeciği bahsi geçiyor. Ama bilim adamları baktığında böyle bir parçacığı göremiyorlar. Burada ilahi dokunuştan mı bahsediyorsunuz?
M Maddeciğini Nur-u Muhammedî diye düşündüm. İlk O’nun nurunu yaratıyor, oradan da insana, insandan eşyaya, eşyanın hakikatine dönüşüyor. Hiçbir zaman bir buğday sadece bir buğday değildir. Diyor ki Efendimiz: ‘Bana eşyanın hakikatini öğret.’ Şimdi… Eşyanın hakikati dediğimizde bu şeyler devreye giriyor işte, Hz. Musa’nın da öğrenmek istediği, bilmek istediği bu. İmam Gazali’nin bir kitabı var: ‘Varlıkların Yaratılış Hikmetleri’ diye. İşte şimdi o varlıkların yaratılış hikmeti bir anlamda bu M maddeciğidir. Yaratılış hikmetidir, oradaki damgadır.
Biz bir karıncaya baktığımız zaman onun yaratılış hikmetini de anlamaya çalışıyoruz: Bu niye var? Onun yuvasına tohum taşıdığını ya da bir arının bal yaptığını ve aslında her şeyin insanla ilişkisini görmeye başladığımız zaman, onun yaratılış hikmetini anlamaya, fark etmeye başlıyoruz. Bu, bizim alemimizde idrak anlamında çok önemli bir safha. Çünkü bir şeyin yaratılış hikmetini kavradığın anda, onu yok edemezsin, ona zarar veremezsin, onu alayım değiştireyim, canımın istediği gibi yapayım diyemezsin.
Son sahnede çok etkileyici bulduğum şuydu; ‘Nefes’ dedi Erol… Bir şekilde hikmeti görebildi. Buradaki temsil neydi nefeste?
Nefes, Rahman’ın nefesi; ‘Ruhumdan üfledim’ dediği. Ve Yunus Emre’nin Hacı Bektaşi Veli’ye gittiğinde ona sorulan soru. Çünkü bir kıtlık zamanı dağdan alıçlar toplamış, yabani otlar falan. Almış dergâha gelmiş, kapıyı çalmış. ‘Ne istiyorsun?’ demişler. Demiş ki: ‘Ben bunları topladım, size vereyim, siz de bana azıcık buğday veriverin.’ İçeri girip haber vermişler, Hacı Bektaşi Veli: ‘Nefes mi istiyorsun yoksa buğday mı?’ diye sormuş– bunu hikmet olarak da kabul edebiliriz- Yunus Emre demiş ki: ‘Ben buğday istiyorum’. İçeri tekrar haber götürmüşler, demiş ki: ‘Siz bir daha sorun, topladığı alıcın içindeki çekirdeğin on misli kadar nefes vereyim ona.’ O da: ‘Yok ben istemiyorum nefes’ demiş. Üçüncü kez tekrar etmiş olay, sonunda buğdayı vermişler. Yolda giderken buğdayı da düşürmüş, demiş ki: ‘Ya bunlar bana on misli falan vereyim dediler ama, neymiş bu, buğdaydan daha mı değerli bir şeymiş ki?’ diye düşünerek geri gitmiş dergâha, ‘Alın size buğday, bana nefesi verin.’ Demişler ki: ‘Artık geçti, seni biz Taptuk’a bağladık. Sen Taptuk Emre’ye git, o sana nefesi verir ama ne zaman verir belli olmaz.’ Yunus Emre kırk sene odun taşımış işte bu nefes için, menkıbe böyle.
Filmin sonunda Erol karakterinin çizdiği şekil oldukça ilginçti. Güneşi ve ayı gördük fakat diğerleri neydi? Yıldızlar ya da gezegenler mi? Şeklin anlamını sormak istiyorum size.
Hayır. Hiçbiri değil. Bakın bu şöyle bir şey aslında. Bir gün, 80-90 yaşlarındaki bir yörük nine ile Bursa taraflarında sohbet ettik, köy ortamıydı. Etrafta ağaçlar, bitkiler harika bir bahar günü. ‘Oğlum, hep böyle olmuyor.’ dedi, ‘Nasıl oluyor?’ dedim, ‘Kıtlık oluyor bazen.’ dedi. Kıtlık olduğunda o kış ekilecek tohumları bile yemek zorunda kalmışlar, tek bir tohumları kalmamış ne yapacağız ne edeceğiz derken, yaşlıca bir zât demiş ki: ‘Karınca yuvalarını açın.’ Şaşkınlığımı görünce ‘Ama oğlum karınca yuvası öyle pat diye açılmaz.’ dedi. ‘Nasıl açılır?’ Dedim, inanın bunu çizdi bana. ‘Bu!’ dedi ‘Karıncanın yuvası, bak burada bunların yumurtaları durur.’ Tam olarak bunun çizimini yaptı bana. ‘Burayı da sakın ha ellemeyesin; burayı ellersen, bozarsan girdiği yeri, girip çıkamazlar bir daha. Aha burası da kendilerinin durduğu yer, burası tohumların olduğu yer, sırtını kuzeye vereceksin oradan iki karış yürü, şurayı aç, burada bunların ambarları var, tohum alacaksan buradan alacaksın.’ dedi. Ben de onu aynen dediği gibi çizdim. Şimdi bunu düşünebiliyor musunuz? Kıtlık oluyor, karınca yuvalarına gidiyorlar; karıncayı da yok etmiyorlar, öldürmüyorlar.
Anadolu kültürü, irfanı bize bunu öğretiyor. Şekilleri astronomiyle ilişkilendirmiştim ama bu bambaşka bir yerden gelen kadim bir bilgi.
Evet, yani diyoruz ya hani Hz. Musa’nın bilmediği şey bu. Sen şimdi git getir bakalım Batılı bir bilim adamını, nereden bilecek, gelir tüm yuvayı bozar arayıp da onu bulacağım diye. Diyoruz ya hani gelenek… O kadar önemli ki aslında. Ve şöyle demişti yörük nine: ‘Karıncalar, çok çeşitli ürünler üretilen yerlerde, ürünün en hasını toplarlar. Kırığını döküğünü almazlar. Dikkatli bak, seyret, gelir en mükemmel tohumu alır, seçer. Niye onu değil de bunu seçti diye biz çocukken oturup bakardık. Mercimekleri bir yerden alıyor, buğdayları bir yerden…’ Dehşet… Düşünsenize yüzlerce karınca yuvası oluyor ve içlerinde avuç avuç ve en iyi tohumlar var.
*Bu röportaj Tohum dergisinin 2018 yılı mart sayısından alınmıştır.