Savaş Barkçin Röportajı/ Burcu Yıldız Kılıç

Savaş Şafak Barkçin, siyaset bilimci, bürokrat, şair ve yazar ve müzisyendir. Kitaplarında Savaş Ş. Barkçin imzasını kullanan Barkçin, 27 Kasım 1966’da Ankara’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden 1989’da mezun oldu. Master derecesini uluslararası ilişkiler alanında Washington’da bulunan SAIS okulundan 1996 yılında aldı. Bilkent Üniversitesi’nde başladığı siyaset felsefesi doktorasını 2001’de bitirdi.

Barkçin’in uzun bir kamu hizmeti geçmişi vardır. 2004-2007 yılları arasında TÜBİTAK’ta Başkan Danışmanı olarak görev yaptı. Barkçin, 2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Baş müşavirliğine atandı. Daha sonra Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı görevine atandı. 2016 yılından 2018 başında emekli olana kadar ise Başbakan Başmüşaviri olarak vazife yaptı.

Müzik, tarih ve edebiyat Dr. Barkçin’in başlıca ilgi alanlarıdır. Müziği 12 yıl boyunca Ankara’da Neyzen Ali Sarıgül’den meşk etmiştir.

Belgeseller ve televizyon programları da yapmıştır. TRT’de “Gönül Makâmı,” “Rasim Özdenören ile Mâveraya Yolculuk,” “Aklıselim” ve “Gelenekten Geleceğe” başlıklı programları hazırlayıp sunmuştur.

Burcu Yıldız Kılıç Savaş Barkçin’le Müslümanlar için zaman, mekan, gelenek ve gelecek hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

Zaman ve mekân üzerinden dünya ve dünyalı insanı bize tanımlar mısınız? İnsanın coğrafyası olur mu?

Vatan, Arapça kökenli bir kelime olup, öz manası itibariyle; insanın doğup büyüdüğü ikamet ettiği şehirdir. Diğer bir değişle, insanın yerleşim yeri olan köyü, memleketidir. Hatta İslam fıkhında dahi bu manası geçerlidir. Türkçede bugün kullandığımız büyük bir coğrafya tanımına, Fransız devrimden sonra kavuşuyor. Fransızcada Vatan kelimesinin karşılığı olarak kullanılan patrie dahi önceleri farklı anlam ihtiva ediyordu. Vatandaş kelimesi de Fransızca da citoyen demektir ve köken olarak aslında hem şehri demektir. Yani aynı şehirden olan demek. İngilizce de ki citizen kelimesinin kökenine indiğimizde, aynı kavram ile karşılaşıyoruz; bir şehirde beraber yaşayanlar. Bunları anlamak önemli çünkü güncel manası itibariyle, zannedildiği gibi, siyasi sınırları olan, siyasi bir ideal gibi dokunulmazlık ile aşırı yüceltilen veya şiar gibi üstüne titrenilen bir kavram değildir.

Peki, memleketle bağımız olmayacak mı? Yaşadığımız yerin önemi yok mu? Elbette bağımız da olacak önemi de olacak. Her şeyden önce insanın, vatanını ve bulunduğu toplumu sevmesi sünnettir. Fakat sevgi yıkıcılığı doğuramaz. İşte o zaman vatan sevgisi büyük zulüm olur. Ben bu coğrafyayı çok seviyorum diye, dünyada başka bir coğrafya tanımamak, diğer coğrafyalara ve yaşayanlarına karşı gösterilen ön yargı ahlaki bir tutum değildir. Çünkü bu tavrın altında vatan sevgisi değil, kendini Yaradan’ın yerine koymak vardır. Hüküm veriyorsun; benim etnik kökenim en üstün köken ve en güzel ırk benim ırkımdır şeklinde.

İnsanın mekân ile ilişkisinde aynen bu vatan ve vatandaşlık kavramında olduğu gibi pek çok çarpılmanın içindedir.  Benim derslerim de kitaplarında konuşmalarımda genelde vermeye çalıştım şey mekân, zaman ve insan dediğimizde Aslında hepsini Tevhit nazarıyla anlamak ve kendinize de içine katarak anlamak gerekiyor.

Tevhit kavramı ile dünyayı yorumlamak; müminin vatanı tüm dünyadır, demektir.  Eğer, farzlar dünyanın her yerinde geçerli ise ve her yerde namazını kılabiliyorsan o halde dünyalı olduğunun bilincine varmalısın. Mümin denilen kişinin özgün tarafı elbette olmalı fakat mekân olarak her yerin kendisine açık olduğunu bilmelidir. İslam dininde hicret sünnettir. Hicret ne demek vatanından göç etmedir. Resulullah Efendimiz, vatanı Mekke’den yani, doğduğu büyüdüğü ve yaşadığı yerden Medine’yi Münevvere ‘ye hicret eğiliyor. Üstelik bir kısım ashabına Habeşistan’a hicret etmesini tavsiye ediyor.

Dolayısıyla Müslümanların mekân ile olan ilişkisi öyle kapalı bir ilişki değildir. Dünyalı insan kendini kapalı sınırlarla çevirmez. Tel örgü, pasaport, sınırlarda resmi evrak olmadan akrabanı görmeyi engelleyen gümrük memurları diken modern devletlerin baskıcı zihniyetlerinin aksine mümin, kendisini cetvelle çizilmiş, sınırlarla sınırlı bir ilişki kurmaz. Amerika’da da Mozambik’te de Çin’de de yaşarken de Mümin ahlakı üzerine; birleme ve bütünleme şuuruyla yaşar.

Uzunca bir süre “Gelenekten Geleceğe” adlı programı yaptınız.  Gelenek üzerine bu kadar durmanızın sebeplerini ve geleneklerin bizlere aktarımında yaşadığımız boğulma hissi üzerine konuşabilir miyiz?

İnsanı boğduğu doğru. Fakat boğulma hissinin kaynağı geleneğin kendisi değil. Geleneğin yanlış anlaşılması ve dedikodusu insanı boğuyor.

Gelenek, örf ile karıştırılıyor. Örneğin, memleketimizde düğünler şöyle yapılır, kıza bu takılır, kına gecesinde söylenen türkümüz bellidir ifadeleri örf ve görenekler olup, geleneğin cüz’i bir parçasıdır.  Gelenek dediğimiz şey aslında müktesebattır. Yani insan topluluklarının intisap ettiği ve elde edip biriktirdiği şeylerin tümüdür. Birikim manasında kullanılması daha doğrudur. Şair güzel söylemiş “gelenek, gelene ek” yani gelmiş olanla kalmak yerine gelenin ek olmasıdır gelenek.

Bahsettiğiniz boğucu olan kısmı ek almayan kısmıdır. Yani bugünün aletlerine uymayan; imkân ve ihtiyaçlarımıza ters veya onun dışında kalmış olan toplumları boğmaya mecburdur. Boğar veya Zamana ve zeminle hatta mutabık olmayan geçmişte kalmış bir arkaiktir. Bu sebeple, insanlar da geleneği; donmuş, artık hareket etmeyen, yaşamayan; yani eski püskü üzeri Tozla kaplı bugünümüze hitap etmeyen bir şey olarak hissediyor ve bugün hiçbir şekilde işine yaramayan olmuş bitmiş hatta ölmüş şeyler gibi görüyor.

Geleneğe karşı bakış açımızın bir yansımasıdır tarih anlayışımız. Hatta bilim alanlarına ve edebiyata da aynı bakış açısının izlerini görürsünüz. Fikriyatta ise gelenek düşmanlığının adına, aydınlanma koyup, özünde din düşmanlığını sürdürmekteler. Aydınlanma fikrinin karşısına koydukları dogmatizm ise bizatihi dini geleneklerdir. İşin üzücü tarafı, dine bir ideoloji gibi yaklaşan ve adına İslamcılık dedikleri kişiler dahi, dinin temellerini oluşturan büyük âlimleri, İmamları, mezhep ve kadim tasavvuf geleneğini gibi büyük süreklilikleri ve birikimleri, aynı gerekçe ile sıfırlamaya çalışmaktalar. Demek ki gelenek düşmanlığının insanların dini veya siyasi yönelimi ile alakası yok.

Öyleyse ben geleneği nasıl anlamalıyım o programın ismine, gelecek kelimesini özellikle eklememizin sebebi biz geleneği birikim olarak algılıyor olmamız. Şöyle izah edeyim; bir ağacı düşünelim. Ağacın kökü toprağın altında ve görünmüyor. Baktığımızda sadece gövdesini, dallarını ve yapraklarını görüyoruz. Gelenek dediğim şey o kökler yani görünmeyen bugünden evvel olan taşınan, bugüne aktarılan iktisap edilen yaşatılan sürekliliktir. Bugünü temsil eden çiçekleridir, meyveleridir. Bugün hayat bulan kısmı varlığını sağlam köklerine borçludur. İşte dünyadaki bütün aktarımlar ve toplumların birikimleri de bu şekildedir. Görünmeyen kısmı gelenek, gördüğümüz kısım bugün ve bir sonraki ise mevsim geleceğimiz.

Batı dünyası bir zaman önce kendi gelenekleri için de reformlar yapsalar da kadim felsefi geleneğinden hiç uzaklaşmamış gibiler. Felsefe geleneğinin bugünümüze etkisi nedir? Ve Biz neredeyiz?

Rönesans ve reformların, felsefenin din gibi ortaya çıkmasında etkileri vardır ama o daha çok sentezlenen bir şey. Bu reformlardan dolayı bir süre kendi felsefe geleneklerinden habersiz kalsalar da Müslümanların felsefeye merak salmaları ve 800’lü yıllardan sonra yaptıkları tercümeler ile Avrupa Aristo ve Eflatun’un varlığını keşfetti. Var olan bu damarları İslam âlemi sayesinde hiç kopmadı. İki bin yılından daha fazla bir zaman evvel yaşamalarına rağmen bugün batıda yeni dönem felsefecilerinden Jürgen Habermas’ın fikirlerini kazıyın altından ya Aristo çıkar ya Eflatun. Gençlerin kafasında müspet bir birikim oluşması için derslerimde en azından Aristo ve Eflatun’un resimlerini koyuyorum.

Kendileri için modern tanımını kullandığımız ve bu tanımla aslında geleneklerinden uzak manası verdiğimiz Batı dünyasının aslında geleneklerine fazlasıyla sahip çıktıklarını ve bugüne taşıma gayretlerini olduğunu fark edeceksiniz. Günümüz batı düşüncesi İki bin yıl önceki iki tane adamın söylemlerini hala niye şerh edip durduklarını ve haşiyelerini yaptıklarını düşünmek gerek.

Peki biz neden İbn-i Haldun’u bugünün sorunlarına, ihtiyaçlarımıza göre yeniden yorumlamayayım? İnanın bu fikrim için bile birçok kişi kaş kaldırıp, yüzlerini ekşitir. Cevapları hazırdır; İbn Haldun’u ne yapacaksın? kardeşim felsefe batı düşüncesi değil mi? Günümüz için İbn Haldun’dan ne çıkarabilirsin? bu düşünce tarzının altında yatan sebep, geleneğini aşağılama yani kendini çok saymadır.

Bu sebeple referansımız batı olmaya devam ediyor. Çünkü düşüncede alanında, şu klasik düşünceyi bugün temsil eden veya bugün yeniden yorumlanmış şu kişidir, diyemiyoruz. Bir cami için dahi yeniden ihya edilmesini bırakın bir kenara, Mimar Sinan’ın dahi kendini tekrar etmediği eserlerini sağa sola Osmanlı tarzı deyip kopyalıyoruz. Sonuç olarak Felsefi geleneğe örnek olarak sadece batıdan örnekler vermek kalıyor. Ama o bile hikmettir.  Çünkü nerede olduğunu önemli değil doğru olanı göstermek lazım gelir.

Geleneğin bir başka açısı da Kadın. Yaşadığımız toplumun genel algısıdır kadınlar yaş aldıkça, hele ki torun sahibi olunca hayattan beklentileri azalmaya başlar. Daha sükûnetli ve huzurlu bir yaşam için kendilerinden vazgeçerler. Bu nazarda bakınca İngiliz kraliçesinin hala dünyanın tek lideri olup sömürgeler kurmasını ve son söz sahibi olma isteğiyle oğluna dahi bırakmayan mevkiine hangi nazariyatta bakmak lazım.

İman ehli birisi ile İman ehli olmayan birisini bu gibi şeylerle kıyaslarken çok dikkat etmek lazım. Çünkü insanlığını idrak eden imana ulaşmıştır. Kâfirler de bu yoktur. Onlar için menfaat ve güç esastır. Bu kraliçe olsun, dilencisi olsun katil olsun fark etmiyor. Bu sebeple gücü oğlu dahi olsa bırakmazlar. Gelenek kısmını dekor olarak kullanıyorlar. Kraliçenin şık ve güzel kıyafetleri, taç ve görkemli takılarının ardında bambaşka bir hikâye var. Dolayısıyla İngiliz monarşisine baktığınız vakit orada ki gelenekleri sadece hoş kıyafetler, şaşaalı balolar zannetmeyelim.

Gözüken İngiliz kraliyetinin arkasında çok büyük bir güç yapısı var. Bugün sizin kraliçe dediğiniz hanım, dünyanın en zengin insanlarından birisi.

Peki, bu servet nereden geliyor dersiniz. Şirketlerinden. Sömürgeyi şu şekilde anlamamak lazım; İngiltere yani Kraliçe gidip diğer bir ülkeyi ordu gücüyle sömürmüyor.  İşgal eden şirketler ordusudur. İngilizlerin icadı budur. 1200’lü yıllarda İngiltere rezilliğin içinde bir yaşam sürüyordu. İnsanlar aç, hasta ve pislik içindeydi. 1800 lerde yazılan romanları okuduğunuzda aynı manzarayı göreceksiniz. Bunun sebebi halkına karşı sorumluluk dertlerinin olmayışı ve gücü olanın zayıfın kafasına vuruyor olmasıdır. O dönemlerde kendi halklarına vuruyorlardı sonraları adına sömürgecilik dediğimiz diğer zayıf gördükleri devletlere vurmaya başladılar.

Geleneklerini; güçte yaşatmaktadırlar. Ülkenin yüzde atmışına sahip tüccarlar yani sermaye sahipleri bir yaptıkları magna carta anlaşmalarında ve sadece Kraliçenin seçtiği 800 milletvekiline karşı halkın göstermelik demokrasi hakkını kullanıp belirlediği 650 milletvekilinde yaşatmaktalar.

Doğu ve Batı ülkeleri geleneklerini nesillere aktarırken neyi hedef alıyor?  Ve nasıl bir metot izliyorlar?

En başta bir milletin kendi ait geleneğinin, değerlerinin aktarımı için o devletin güçlü olması gerekmekte. Kastettiğim ortada görünen siyasi güç değil. o devletin Elit kesim tarafından elde tutulan güçten bahsediyorum. Günü birlik hayatın içinde devleti, ortada göremezsin. İnsanlara günlük hayatlarında dokunulmazlık hissettirirler. Milletinin karnını tok tutan, hukuka riayet eden devlet, halkına güven hissi verir. Güvenen toplum ise ailesiyle beraber, güzel bir gelecekleri olabileceğine dair ümidini besler. İşte o zaman bir devlet fikirlerini aşılayabilir. Öncelikle ne batılı devletler ne İsrail gibi gelenekleri din olmuş milletler asla dilleriyle oynamaz. Ve gençleri başıboş bırakmazlar. O sebeple de eğitimi mecburi kılarlar. Bunun sebebi gençlere yüksek ahlakı öğretmek veya ulvi değerler aşılamak değil elbette. Amaç geleneklerinde var olan, süregelen düzeni kabul edecek nesiller yetiştirmek.

Aynı soruyu İslam dünyası açısından cevaplamam zor. Unutmayalım ki İslam Dünyası şu an koma halinde. Demek istediğim bu hastalığa duçar olan İslam toplumları için geleneklerini aktarma düşüncesi söz konusu değil.

Bütün orta doğu ülkeleri için şaşkınlıklar, kompleksler, kendinden habersiz hal aynı. Rotası belli olmayan bir gemi gibi savrulmaktalar. Bizim devlet geleneğimizde şaşkınlık devam etmekte. Örneğin tarif ettiği bir kendisi yok. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi doktrini Avrupa’ya benzemek olduğu müddetçe nasıl gelecek için nesiller için asli hedefleri koyabilir.

Birine benzemek Hedef olamaz ancak birinden bir şey alırsın fakat hedefini köklerine köklerinin gücüne dayanarak sen belirlersin.

Bu koma halinden çıkmak için üstümüze düşen görevler nelerdir?

 Bizi belirleyen kavram “kendimiz” ise ve şimdi onu kaybettiysek öncelikle şu soruyu sorarak başlayacağız. Kendimiz dediğimiz şey nedir? Cevabı, Araplık, Boşnaklık, Kürtlük, Türklük değil. Bunlar uydurulmuş, sonradan abartılmış ve tüm değerlerimizin üstüne çıkarılmış şeyler. Şöyle demeliyiz; biz Kuluz. Ve nesillere de bu şuuru vererek uyanış sağlanır. Anne ve babaların evlat yetiştirme de birbiriyle hemhal olmaları gerek.  Kastettiğim yüksek ücretlerle özel okula göndermek, kurs ve özel hocalarla beli bükülünceye kadar eğitim vermek değil.  Aksine bu durum gayri ciddi bir tavrın ve boş vermişliğin bir göstergesidir maalesef.

Çocukların derdini çekmeme bencilliğinden kurtulup önce kendilerini bilgilendirip, besleyecekler. Sonra da kendilerinde olanı aktaracaklar. Üniversite de sınıflarda çocuğu oturuşundan ve bakışında ki edepten tanıyorum. İyi aile evlatları belli oluyor. Fakat yüz kişilik anfide belki beş kişi. Dolayısıyla en büyük faaliyetimizi insan olmak ve güzel ahlaklı, değerlerinin farkında bireyler yetiştirmek. Çocuklara günlük hayatı abartmadan, ideolojik yüklemeler ve sloganlarla kafalarını mahvetmeden, goygoycu insanları dinletmeden sevdirerek Allah-u Teâlâ şuurunu vermek lazım. Yoksa değerlerini sorgulamadan youtube’dan alıyorlar.

Kendi hayatımdan örnek vereyim; benim ortanca evladım yani tek kızım İlkokulu 3. sınıftaydı. Bir gün okuldan eve geldi. Ben, “Günün nasıl geçti? Neler yaptınız?” Şeklinde hasbihal etmeye başladım. Kızım, baba, öğretmenim bize bugün sınav yaptı. Fakat sınava başlamadan önce ‘çocuklar sınavı yapmak için içinizden şöyle söyleyin, “ben çok iyi yapacağım”. Herkes öyle dedi. Ama ben, “Allah bana nasip ederse” dedim”. Bakın ben evde vaazlar veren bir adam değilim Annenleri değil. Ebeveynleri olarak sürekli ağzımızdan dini sohbetler dökülmüyor. Çocuklar, soluduğu havayı veren, yaşadığı yerin eseri varlıklardır.  Çocuklarla ilgilenmek lazım.

Kısaca bu iş böyle bir programı olan bir şey değil ama yönü olan bir şey. Yönün kulluk olduğu sürece her gün, her saat farklı bir yöntemle o gençle hemhal olursun.

Edebiyatta klişelerden uzak durmak bir maharetken, düşünce alanında neden bazı söylem klişelerini bırakamıyoruz. Mesela hala batılının bilimi üstün, felsefesi anlamlı, modası referansımız. Siz bu durumu yol ve yön kitabınız da ‘köpükseverlik’ olarak tanımlıyorsunuz. Kendi yönümüz ve yolumuza neden hep batıyı referans veriyoruz. Sürekli batıdan delil getirmek bizi daha bilgili gösteriyor, algısını nasıl yok ederiz. Yol ve Yön kavramlarını biraz açar mısınız?

Öncelikle kişinin yolu, yönüne göredir. Yönünüz belli değilse yolunuzu belirleyemezsiniz. Menzili belli olanın yolu yani rotası bellidir. Bizim yönümüz Allah’tır halde yolumuz da nihai olarak ona doğru olur.

Allah-u Teâlâ’nın Risalet ile görevlendirdikleri, ashabı kiram, Selefi Salih’in ve sevdiği kimseler hep aynı Rota üzerinde gitmiş. Onların başka bir yolu yok. Dolayısıyla yollu olanlara biz bakarız Yolsuz olanlara bakmıyoruz. Bu yolun rotası da geleneğimizdir.

Kendini bilen kendince yol tutar. Kendini bilmeyen ama bildiğini sana kimse ise birtakım komplekslerin ve yakıştırmaların esiridir.  Bu kişi Vergi Dairesinde bir daire başkanı veya bir şube müdürü sıcak havalar sebebiyle rahatsızlık çeken vatandaş için iki tane pervaneyi resmi daireye bağışlamayarak yönünü ve yolunu belli eden kişi kadar zihni kemalata erişmemiştir. Aksi halde bir adamın yönü ve yolu Allah değilse yolsuzdur. Dünyayı yutsa veya kendisini dindar dahi görse asli dindarlık Zihnine ulaşmamıştır.

Son olarak Batı toplumunun meşhur bir sözü var; time is Money. Zaman gibi bir kıymetin ölçüsü para üzerinden tanımlanırken bizim için zaman tanımı ne olmalı?

Zaman, Allah-u Teâla’nın bize verdiği mühlettir. Mühlet ise amel yapılacak imkân yani Allah’a yaklaştıracak bir imtihandır. Ve bu mühlet çok sınırlıdır. O yüzden dem bu demdir.

Yaptığımız her işi Allah adına yapmaya gayret edince usulün Allah’ın usulüne uyar. Allah için niyet en önemli ameldir. Bu niyet de bir Ray gibidir oraya oturdum zaten orayı dışına çıkamazsın tren rayı oturması gibi.  Rayı düzgün döşediysen tren menzile mutlaka varır. Rasülülllah Efendimizin yaptığı gibi yapayım diye niyetlendiğin anda bürokratlığın, siyasetçiliğin işçiliğin, avukatlığın, ev hanımlığın, müzisyenliğin, ressamlığın, sütçülüğün hepsi değişir. Hiçbir an boş geçirilmeden Allah-u Teala’nın nimetlerine hürmet ederek ve Allah için onu kullanılmalı.

Zaman, kıymetli bir nimet olduğu için bu nimeti güzel kullanmak suiistimal etmemek lazım. Hüsnü istimal etmek lazım. Yani doğru yerde kullanıp yanlış yerde kullanmamak lazım.

ESERLERİ:

Modern Dünyada Geleneksel İslâm (Seyyid Hüseyin Nasr’dan tercüme, 1989),

Şlop, Tembel Tekin, Evin Cini (Çocuk kitapları, 2001),

Görünmeyen Umman: Ahmed Avni Konuk (2009, 2011),

40 Makam 40 Anlam (2011),

Rumeli: Bir Müzik Seferi (2012),

Kalemin Dilinden (2012),

Dîvân-ı Zerefşân (2013),

Şehirler ve Sesler (2014),

Gönül Dağı – Neşet Ertaş’ın Gönül Dünyası (2015),

Kalbin Aklı – Medeniyet Üzerine Yazılar (2016, 2017),

Gönül Makâmı (2016),

Bir Kutlu Sefer (2017),

Medeniyet Aklı (2017, 2018),

Osmanlı Aklı (2018)

Yön ve Yol (2020)

Gelenek kavramının, gönüllerimizde ve zihinlerimizde yeniden yeşermesine vesile olduğunuz bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek