Romanların Dünyasında Bir Yolculuk/ Selim İleri

İlk hikaye kitabını henüz on dokuz yaşındayken çıkaran, hukuk öğrenimini yarıda bırakıp kendini tümüyle yazmaya adayan bir yazar Selim İleri . 1998’den bu yana Devlet Sanatçısı ünvanına da sahip olan İleri, roman ve öykülerinde bireyin iç dünyasını zengin bir dille anlatır.

Uzun yıllar köşe yazarlığı yapmış, çeşitli kültür sanat programları hazırlamış Selim İleri, okurları için son yüz yılda ülkemizde yayınlanmış 100 romana mercek tuttuğu bir kitap hazırladı.

Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar isimli eserine ve yazarın okuma serüvenine mercek tutan bu röportajı sizinle paylaşmak istedik. Keyifli okumalar dileriz…

Gabriel Garcia Marquez bir söyleşinde “Herkesin üç hayatı vardır: Özel hayat, kamusal hayat ve gizli hayat,” diyor. Ben okurun kitapla ilişkisini çok mahrem bulurum. “Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu”, yayımlandığı için bile kamusal ama gizlice kitap okuduğunuz anılarınızı da içeriyor. Sizce okurluk özel midir, gizli mi yoksa kamusal mı?

Bence üçünü de kapsıyor. Çünkü anı kırıntılarıyla kaplı bir kitap bu. Mümkün olduğunca roman özetleri vermekten uzak durmaya çalıştım. Romanın bende bıraktığı izlenimler, benim etkilenişlerim, özele mi girer gizliye mi bilmiyorum, geniş yer alıyor. Sonunda kamusal olmasının sebebi, ben bütün bir yaşamım boyunca bu kitaplardan mutluluk duydum. Yeterince mutsuz bir toplumda yaşamamıza rağmen mutluluk duydum. O mutluluğu, belli bir yaşa gelmenin de getirdiği sebeple geriye bir izdüşüm olarak bırakmak istedim. O açıdan hem kamusal hem gizli hem de özel tıkış tıkış var içinde. 

Kitaptaki romanlar için “Hayatıma yoldaş oldular,” diyorsunuz. Baktığımızda, 229 roman var. Bu çokluk nasıl mümkün oluyor?

Birçok insan reel yaşamda yol alır. Ama ben hep reel yaşamdan uzaklaşıp, o romanların dünyasında yol almayı seçtim. Şöyle söyleyeyim; kitabın başına Attilâ İlhan’ın “Akşamlar bir roman gibi biterdi” mısrasını koydum. Ben onu Attilâ Bey’e sormuştum. “Benim için iki hayat oldu” dedi Atilla Bey ve ekledi: “Biri hakikaten romanların hayatı, biri de yaşadığım hayattı. Ama ben romanların hayatında yaşamayı hep tercih ettim. Ve o romanların hayatı hep akşam saatleri, birdenbire gelirdi.” Böyle bir şey olabilir benimkisi de. Hayatımın birçok zamanında kendimle, yaşadıklarımla veya çevremde yaşananlarla ilintili şeylerin yanı sıra, bir roman kahramanının hayatı da gerçekmişçesine bende yansıyabilir.

Yazarlığınıza dair ipuçları da buluyoruz kitapta. “Aşk-ı Memnu”yu, “Eylül”ü yeniden yazmak istediğinizi söylüyorsunuz. Veya Yakup Kadri’nin Nigâr Hanım karakteri bir romanınıza sızıyor. Bu açıdan, kitabın bir yazar Selim İleri portresi çizdiği söylenebilir mi?

Öyle diyorsanız, ben de katılırım buna. Çünkü gerçekten sadece bir okur olarak onların etkisi altında kalmadım. Yazarken doğrudan doğruya esin kaynağım oldu bazı roman kişileri. Mesela söylediğiniz Nigâr Hanım, “Nur Baba”nın ana kahramanlarından biri, onu yeniden bir roman kişisi haline getirmeyi denedim “Kırık Deniz Kabukları”nda. Bu tarz şeyler var tabii ve bunları da işledim. İleride birtakım insanlar bir araştırma yaparlarsa yararlı olur umudunu taşıyorum. Ama aslında sadece ve sadece bu romanların beni ne kadar etkilemiş olduklarını vurgulamak için onları yazdım.   

Bireyselin ötesinde, bu romanların toplumu etkilediğini söyleyebilir miyiz?

Eğer gerçekten bu romanlar yayımlandıkları dönemde ciddiyetle okunabilseydi, getirdikleri toplumsal ve bireysel eleştiriler sanırım ki bizim kamusal hayatımıza da çok yararlı olabilirdi. Ama okunmuyor bizde. Burada ben istediğim kadar “Şu romanı çok sevdim,” diyeyim, çok meraklı okurun dışında, en fazla 100 kişinin dışında, odak olabilecek derecede bir ilgi alanı yaratacağını da sanmıyorum. Bir ölü toprağı seriliyor ve o ölü toprağının arkasında bütün bir birikim kalakalıyor. Düşünün, hiçbir toplumda olmayan “Edebiyat yapma,” diye tuhaf bir söz vardır. Oysa romanlar doğrudan doğruya topluma ışık tutmuşlar. Hele bizim romanımızda çok fazla var bu. Toplum eleştirisi çok fazla, bireysel yaşamın sorunlarına yönelik endişeler çok fazla olmuş. Fakat hiçbir şekilde ilgi uyandırmamış.

Çok etkilendiğim anekdotlardan biri, Ahmet Midhat’ın “Hasan Mellah”ı tefrika edilirken okur, roman bitmesin diye yayın evini basıyor. Romanın doğrudan hayata dokunduğu bir zaman da var yani…

Ama o tabii o çağın ürünü. Sinema yok, televizyon yok. Dramatik alan son derece kısıtlı. Aynı şey tabii bizde olduğu kadar Batı’da da olmuş. İngiltere’de Charles Dickens’a olmuş; koşuyorlar saçlarını başlarını yoluyorlar, romanın sonunu değiştir diye. Şimdi tabii dramatik kurgu birçok başka alana yayıldığı için haliyle kitaplara öyle bir yaklaşım yok. Belki hâlâ satış yazarlarına oluyordur, bilmiyorum. Ama okur üzerinde olur bu. Bir romanı bitirirsiniz, “Acaba sonu şöyle değil, böyle bitseydi,” diye düşünürsünüz. Bende vardır, şu karakter daha mutlu olsaydı diye düşündüğüm çok olmuştur. 

Kendi romanlarınız için böyle düşüncelere kapılır mısınız?

Hayır, hiç. Hatta kötü bitsin diye uğraşırım. Hayatta da kötü bitiyor çünkü… 

Rus klasikleri için toplumun yaklaşmakta olan buhranını yansıttığı söylenir. Türk edebiyatı için benzer bir gözlemde bulunabilir miyiz?

Tabii, yazarlarımız hem kendi dönemlerini hem de gelecek günleri müthiş bir seziyle yansıtmışlar. Hele yakın dönemin romanına bakarsanız, Melih Cevdet’in “Gizli Emir”i veya kitaba alamadığım “İsa’nın Güncesi”, geleceğe yönelik müthiş sezgiler barındırır. O dönemde sadece 12 Eylül’le sınırlandırarak bakmışız ama adeta bugünü yazmış. “Bir Kadının Penceresinden”in aynı şekilde, giriş bölümü sanki bugünü yansıtmakta. Abdülhak Şinasi mesela, devrinde maziperestlikle, gericilikle suçlanmış. Halbuki bugün bakıyorsunuz, bir uygarlığın son kalıntılarını acele yazıya geçirme endişesi duymuş ve bu çöküşü en çok hissetmiş kişilerden biridir. Onunki körleşmiş bir şekilde geçmişi özlemek değil, yitip giden bir uygarlığın bilançosunu çıkartmaktır.

Doğu- Batı ikileminin “Araba Sevdası”na kadar izinin sürülebileceğini söylüyorsunuz kitapta. Romanımızın ana izleklerinden biri Doğu- Batı mı? 

Doğu – Batı beni de ömrüm boyunca çok ilgilendirdi. Doğu – Batı çok temel meselesi edebiyatımızın ve bence hâlâ bu önemini koruyor. En azından benim kafamda çok yeri olan, çok yazmaya çalıştığım bir şey. Her dönem yeni bir yaklaşımla irdelemiş romanımız. Geçmişe döndüğümüz vakit, Ahmet Midhat Efendi bir tür züppeliğe sürükleniş olarak değerlendirmiş ama bugün daha başka türlü bakıyoruz. Artık bir sentez anlayışının, bir zorunluluk olduğunu hissediyoruz. Ben de yıllardan beri bir sentezin peşinde koşmaya çalıştım. Sadece Doğu veya sadece Batı diye bir şeyin bizim toplumuzda zaten yürüyemeyeceğini, her ikisinin iç içe olduğunu düşünüyorum. 


Seçkide kent romanları öne çıkıyor sanki. Mesela Orhan Kemal’in de İstanbul romanlarını seçmişsiniz… 

Biraz öyle oldu, bilinçli yaptığım bir şey değildi. Demek ki ben daha çok kentte geçen romanlardan etkilenmişim, onun etkisi var. Yaşar Kemal’in “Ölmez Otu” yok da, “Deniz Küstü” var ve o bir İstanbul romanı. Tam bilemiyorum, ortaya çıkan döküm öyle bir şeye yol almış. Orhan Kemal’e gelince, tabii bu demek değil ki “Murtaza”sı kötü bir romandır, haddim değil bunu söylemek. Ama Orhan Kemal’in lümpenleşen kent insanını ilk ve en yaygın biçimde, en trajik ifadesiyle dile getirdiği kanısındayım. Hiçbir zaman “Bereketli Topraklar Üzerinde” kadar ünlenmemiş “Arkadaş Islıkları” ya da “Küçücük” bence çok değerlidir. 


Hemingway’in “Huckleberry Finn” için dediği “Amerikan edebiyatı onunla başlar” veya Orhan Pamuk’un “Anna Karenina” için dediği “Roman sanatının en başarılı örneğidir” gibi, sizin özellikle vurgulayabileceğiniz bir eser var mı?

Bu tarz şeyleri teke indirgemekten hep ürktüm. Teke indirgediğiniz vakit, niye onu söyledim diye her seferinde pişmanlığa dönüşüyor. Birçok kitabın etkisiyle, Batı da var bunun içinde, gelişiyor Türk romanı. Bizde ısrarla “Aşk-ı Memnu” söylenir. Tabii ki dönemi açısından çok önemli bir roman. Ama acaba sadece o mudur? Ben pekâlâ o dönemde Hüseyin Rahmi’nin de çok önemli bir yol açıcı olduğunu söylemek gerekir diye düşünüyorum. 

Ama eğitim sistemimiz edebiyatı, teke değil belki ama hep ilklere indirgiyor. Kitabınızdaki bazı romanları ‘ilk psikolojik roman, ilk tarihi roman’ diye biliyoruz. Eserin önemi ilk olması…

 O da bize mahsus bir tuhaflık, çok doğru. İlk psikolojik roman, ilk tarihi roman gibi tanımlara rağbet etmenin bir anlamı kalmadı artık. Niye mesela “Eylül” ilk ruh çözümlemesi romanı da, yanı sıra çok daha absürt bir dünyayı anlatan Hüseyin Rahmi Bey’in “Ben Deli Miyim”i değil? O ilklerden uzak durmakta yarar var. Ama şu da var; bazı şeyleri bir yazarlık çabası içinde ilk kez denemiş yazarlarımız. O ilkler çok önemli ama çok ender olarak saptanmış. Mesela “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nda anlatıcının roman boyunca ismi asla geçmez. Bu bir ilk ve önemli de bir ilk. Ama kalkıp da “Eylül” ilk psikolojik roman deyince “Acaba” diye düşünüyorsunuz…


Yazarlar, hep edebiyat dışı gerekçelerle eleştirilmiş. Tarihi roman yazan biri mesela bir tarih bilimci gibi eleştiriliyor. Bugün de ısrarla yazarlardan siyasi bir cümle duymak istiyoruz..

Çok doğru. Romandan da öyle bir siyasi cümle ısrarla bekleniyor. Buna mukabil, içinde sanki devrinde hiç siyasi cümle yokmuş sanılmış bazı kitapların da aradan geçen yıllar içinde en siyasi kitaplar olduğu ortaya çıkıyor. Bunun bence en tipik örneği “Anayurt Oteli”. Taşra dediğimiz dünya için yazılmış en siyasi roman olmasına rağmen, devrinde sadece Zebercet’in ruh dünyası çerçevesinde incelenmiş. Ufuk daraldıkça her bireyin başına gelebilecek şeyi, slogan haline getirmeden Zebercet’le simgelemiş yazar. Bence Tanpınar da bütünüyle siyasi bir yazar. Ona da kültür açısından bakılıyor ama örnek vermek gerekirse “Huzur”da çok ciddi bir siyasi söylem var. Oradaki sistem meselesi, sağ – sol meselesi var, anlaşılamamış. Romanda faşizmin karşısına sol bir dünya görüşü çıkartılmış. Çok önemli ama bu açıdan hiç incelenmemiş denebilir.


Sabahattin Ali’nin diğer kitapları neden okunmuyor? Mesela “İçimizdeki Şeytan” için de “’Ecinniler’ kadar karmaşık olmasına rağmen hiç incelenmemiş,” diyorsunuz…

Evet. Şu da şaşırtıcı; “Kürk Mantolu Madonna” dört – beş yıldır en çok satan romanlar arasında yer alıyor. Nasıl acayip bir okur tipi ki bu diye sormadan edemiyor insan. Madem ki “Kürk Mantolu Madonna”yı beğeniyor, insan koşup aynı yazarın öteki eserlerini de okur. Onlarda hiçbir hareket yok. “Kürk Mantolu Madonna”, ruh çözümlemesi açısından hiç şüphesiz ki Sabahattin Ali’nin en başarılı ve en çetrefil romanlarından bir tanesi. Ondan zevk alan bir insanın o tarz romanlara bir açılımı olması gerekir. Öyle bir şey yok. Bu içinden çıkılmaz bir şey, modanın hâkimiyeti herhalde. “Kürk Mantolu Madonna” tuhaf bir şekilde uzun bir moda haline gelmiş. “İçimizdeki Şeytan” çok önemli bir roman, onu kimse okumuyor. Sırf çantasında gözüksün diye mi alıyorlar, bilmiyorum. Belki okumuyorlar bile. 

Biz edebiyatımızda neleri kaçırıyoruz?

Bir defa, döneminde çok çabuk yazılmış yazıların haliyle kaçırdığı şeyler oluyor. Hele şimdi; bir roman çıkmış, bakıyorsunuz bir hafta sonra yazı çıkıyor. Benim yetiştiğim yıllarda hiç olmasa üç – dört ay sonra çıkardı bir yazı. Şimdi her şey bir hız içinde. Yazarın bin bir emekle gerçekleştirdiği şeyler, o hızda kayboluyor. Peride Celâl’in bir sözünü anmak isterim. “Bir yazar en iyisini yapmaya çalışır. Ama okur, hele bizim okur bin bir olanaksızlık içinde lütfederek onu okur,” diyor. Okurun sobası yanmıyorsa, akşama çocuklara ne yedireceğim diye düşünüyorsa okur kitap kaç para eder, diye de sorar. Buna ben de katılıyorum. Ne yazık ki roman okumak, edebiyatla haşır neşir olabilmek de bir maddi imkan meselesidir.  

 Lüks mü yani?

Çok trajik bir şey. Lüks demeyeceğim, çünkü her şeyin ifadesini yine sanatta bulduğumuza inanıyorum. Ama maddi olanakları son derece problemli, çetin koşullarda yaşayan insanların nasıl ve niçin zaman ayırıp bununla uğraşacaklarını da ister istemez düşünüyorum. 

 Kitapların okunmadığından bahsettik ama bildiğim kadarıyla romanları anlatan bu kitabın satışları epey iyi gidiyor. Ne dersiniz?

Çok sevindim. Önce yayınevi herhalde yalan söylüyor diye düşündüm. İlk defa böyle bir şey başıma geliyor; kitap çıktıktan iki gün sonra ikinci baskıya geçmişiz. Yazarlıkta 50 yıla iki yılım kaldı. Sanki herkes roman tarihi bekliyormuş okumak için. Anlaşılmaz bir şey. “Kürk Mantolu Madonna” gibi herhalde.

*Bu röportaj milliyet sanat köşesinde Murat Şevki Çoban tarafından hazırlanmıştır. Orjinal metne ulaşmak için bağlantıyı tıklayabilirsiniz.

http://www.milliyetsanat.com/kitap/roportaj/-ben-romanlarin-dunyasinda-yol-almayi-sectim-/558

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek