Ney Hiç Aşk / Ayşe Sevim*

Tevfik Kolaylı ya da meşhur adıyla Neyzen Tevfik’den bahsedeceğiz bugün size.

Çalkantılı hayatını, hicvi bir kılıç gibi kullandığı keskin şiirlerini, Mevlevi Tekke’sinde geçirdiği günleri, çocukluğunu ve onu akıl hastanesine sürükleyen sebepleri anacağız.

Mala mülke değer vermeyen, etrafındaki haksızlıkları alaya alan dervişmeşrep Neyzen Tevfik; neyini yalnızca kendi zevki için üflemiş, hayatını kendisine maddî imkânlar sağlayacak kişilere iltifat etmeden geçirmiştir.

Usta sanatçıyı yakından tanıma imkânı veren bu makaleyi Ayşe Sevim yazdı.

“Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun.” Mevlana

Gelenleri görüyor musunuz? Bir anne, bir çocuk ve bir de şeker. Annesinin, yolda uslu durması için çocuğuna aldığı şeker ne kadar da masum görünüyor. Halbuki o, birazdan tabiatı heyecanlandıracak; yarışlar, savaşlar, zaferler düzenleyecek. Birazdan, yani çocuk dengesini kaybedip yere düştüğünce olacak tüm bunlar. Anne ağlayan çocuğunu yeni bir şeker alma vaadiyle teselli ederken gerçekleşecek. Şimdi.

Yere düşen şeker karıncaları yuvalarından, böcekleri karanlıklardan, tozları rüzgârdan çağırıyor. Birkaç dakika sonra nereden çıkıp geldiklerini anlamadığımız bir ordu işgal ediyor şekeri. Ondan daha çok pay isteyenlerle buna razı olmayanların arasında savaşlar yaşanıyor ve zaferlerle yenilgiler ortalığa saçılıyor. Bakın, biraz önce yere düşen çocuk annesinin elinden kurtulup şekerini yerden almak için koşarak gelmiş, böceklerle karıncaların yeni mekânı olan şekerine bakıyor; iğreniyor, küçümsüyor, sonunda da gülüyor… Bunca kavga bir şeker için mi?

Sıra sizde sayın okuyucular, yere düşen şekerin yanına yaklaşıp bir hokus pokus yapın ve şekeri dünyaya çevirin, üzerindeki karıncalara ve böceklere de hokus pokus yapın ve onları da insanlara çevirin. İyi bir sihirbazsınız. Şimdi de maharetli parmaklarınızı şuradaki çocuğa yöneltin. Hokus ve pokus. Tebrikler onu da Neyzen Tevfik’e çevirdiniz.

İnsanların ölene kadar dişlerini etine batırmak için uğraştıkları dünyanın uzağında duran bir adama çevirdiniz çocuğu. Ne dar doğru bir karar. Neyzen’in yaşamını öğrenen bir ressam, onun hayatını resmetmek isteseydi muhakkak yukarıdaki görüntüyü aktarırdı tuvale. Fakat onun hayatını anlayan bir ressam tuvaline hiç bir şey çizmezdi. Bomboş bırakırdı kâğıdı. Aynı onun istediği gibi. Neyzen Tevfik > Hiç

Neyzenin yaşamını öğrenen ressamın gözlerinden

Neyzen Tevfik 24 Mart 1879 yılında Bodrum’da doğdu. Babası Rüştiye mektebinde öğretmen olan Hasan Fehmi Bey, annesi Emine Hanımdı.

“…Ben bu iki aziz mahlûkun sulbünden 1296 tarihinde Bodrum’da dünyaya geldiğim zaman, birisi çıkıp da kulağıma yeryüzünde beni bekleyen akıbetleri fısıldamış olsaydı belki derhal dönmeye yeltenir, fakat aynı zamanda iki tesir altında bundan vazgeçerdim. Birisi anamın ve babamın güzel yüzlerindeki riyasız, masum insanlık ifadesi, ikincisi de Ege denizinin, doğduğum andan itibaren bütün hayatımda ruhumu kucaklayan nazlı, feşafeşli yeşil enginliği…’

Çocukluk, küçük bir kızın saçlarını süsleyen cafcaflı tokalar gibi Tevfik ‘in ilk yedi yılını süsledi. Gülümsemesi, oyunları, hareketleri onun diğer çocuklar gibi olduğunu fısıldıyordu. Yani gerçek, öne birkaç görüntü iterek buğulu bir cam gibi davranmıştı.

“Henüz yedi yaşındaydım. Bir yaz gecesi akşam yemeğin den sonra babamla beraber Tepecik kahvesi denilen ve Bodrum ayanının toplantı yeri olan deniz kenarındaki kır kahvesine gitmiştik. Burası etrafı gemi payandalarıyla çevrilmiş ve kaba hasırlarla döşenmiş bir meydancıktı… Bir aralık, oturduğumuz yere yaklaşan iki gölge –yüzlerinde (aşk-ı Huda) parlayan iki hayal-i garip- haziruni selamlayarak bir köşeye oturdular. Bunlardan biri biraz sonra (ney) üflemeye başladı. Yanındaki arkadaşı da yanık ve güzel sesiyle ara sıra gazel okuyordu.

Ben babamın dizi dibinde, çocuk ruhumun olanca kuvvetiyle dikkat kesilmiş, bu düdüğü dinliyordum. Dinledikçe de -Allah’ u âlem- bir daha aslıma rücu etmemek üzere benliğimi saran o lahuti sestir ki; beni bugünkü derbeder, ne aradığını, ne istediğini bilmez, bazen Eflatun’la boy ölçüşecek kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye iltica edecek kadar bedmest Neyzen Tevfik yaptı.”

Aşk’ın hareketlerini radarlarla tespit edemezsiniz. Onun ne zaman, nereye, neyi bahane ederek yerleşeceği bilinmez. Bazen bir kadını, bazen bir mürşidi, bazen sadece bir sesi kıyafet olarak üzerine geçirir. Muhatabını kralların, hırsızların ya da çocukların arasından seçmekte hürdür. Aşk, Tevfik’in karşısına  üzerine ney sesini giyerek çıkar. Çocuğun kulaklarından içeriye akıp bedenindeki tüm koordinatların yerlerini değiştirir. Gözleri göz değil, elleri el değil, sesi ses değil, düşüncesi düşünce değildir artık. O bir hiçtir.

Tevfik, o gün duyduğu sesi yeniden duyabilmek için bahçeden kestiği bir kamış parçasına sigara kâğıdı sararak günlerce üfler. Ney’in düşüncesi onu aklın topraklarından kovar. Tevfik’in kendi tabiriyle: “Akıl tahtalarını bağlayan çivilerden biri yerinden fırlar.” Doktorların bu teşhisinden sonra otoriter bir baba olan Hasan Fehmi Bey, oğlunu içine koyduğu kat kat disiplin bohçalarının düğümlerini gevşetmek zorunda kalır. Annesi ise bu durumda her annenin yapacağım yapar. Oğlunu hangi tercihler mutlu edecekse -o tercihler ne kadar densiz olursa olsun- iyi bir ev sahibi gibi buyur eder.

Tevfik’in aklî dengesinin zarara uğramasının bir nedeni de tanık olduğu bir hadisedir. Bir gün babasının elini tutmuş yürürken davul ve zurna sesi duyarlar. Tevfik için musiki tenin altında görünmeyen kan gibidir. Bu yüzden babasını elinden sürükleyerek sesi takip etmek zorunda hisseder kendini. Musiki ve Tevfik, sokağın ucunda karşılaşırlar. Zurnaların, davulların, lavtaların eşliğinde kalabalığın tuttuğu on beş kadar sırık ve o sırıkların ucunda da kesik insana kafaları vardır. Kesik kafalardaki açık gözler çocuğa bakmaktadır.  Babası çocuğun taşlaşmış bedenini bir çırpıda yanlarındaki demirci dükkânına sokar. Fakat kafaların bakışları çocuğun beynine yapışmıştır. Eve;  titremeler, gerilmeler, ağlamalar içinde getirilen Tevfik,  bütün tedaviler rağmen düzelmez.  Gene onun söylemiyle: “Akıl tahtasının bir çivisi, demirci dükkânında düşüp kaybolmuştur.

Tevfik, çocukluktan gençliğe uzanan halatı böyle bir ruh haliyle tırmanır. Doktorların reçeteleri,  hocaların nefesleri onu “herkes gibi kılmaya” yetmemiştir. O başka olanların diyarına bir kere sefer düzenlemiş ve feth ettiği bölgeleri beğenerek yerleşmiştir. Onun hasta bünyesine bir zaman sonra sara da eklenir. Babasının tayini Urla’ya çıkınca aile buraya taşınır. Kendisine pek karışılmayan Tevfik, o sıralarda on üç, on dört yaşlarındadır. Zaman teleskopunuzu ona yönelttiğinizde Neyzen’in ne yaptığını görebilirsiniz. İşte bakın orada. Dağları ve kırları dolaşıyor.

“Babam, son bir ümitle beni o zaman yeni açılan İzmir İdadisi’ne leyli olarak yazdırdı. Daha sınıfın kapısından girip bir sürü kalabalıkla karşılaşır karşılaşmaz, kendimi koyun ağılına kapatılmak İstenen bir boğa durumunda görmüştüm. Dört duvar arasında ve bu kalabalık içinde kapalı kalmak, benim, mevcudiyetimi duyduğum andan beri Ege denizinin enginlerinde, dağ ve kırlarda başı boş kayıtsız yaşamaya alışmış ruhum için dayanılmaz bir eza hükmünde idi. Nitekim çok sürmedi sara nöbeti şeklinde kendini gösteren isyan, tekerrür ede ede müdürü de hocaları da arkadaşlarımı da bıktırmış ve bir ay içerisinde beni mektepten kapı dışarı ettirmişti…”

Tevfik on dört yaşında bir berber dükkânının önünden geçerken o ses tekrar kulaklarına akar. Delikanlının ayaklarına dolanarak ona dengesini kaybettirir, gözlerinin önünden geçerek görüşünü siyaha boyar ve genç Tevfik önünü ilikleyerek berber dükkânından içeriye girer. Berber Kazım Ağa’nın dudakları ney’in üzerindedir. Tevfik edeple ona doğru yürür ve kendisini talebe olarak kabul etmesini ister.

Kazım Ağa’dan aldığı dersler bir zaman sonra Tevfik’e yetmez ve sonunda sevgilisini ceketinin altına saklayarak evinden kaçar. Nereye mi? İzmir Mevlevihane’sine. Fakat burada kalabilmesi maharetini ortaya dökmesi, dökülen maharetin bin bir işve ile ustayı kandırması gerekmektedir. O da Mevlevihane’nin merdiven ayağına ilişip Şeyh Nurettin Hazretlerine korkarak hicaz peşrevini üfler.

Şeyh Nurettin Hazretleri, Tevfik’in nefesinde dolaşan aşk serserisini görür. Onu Ney’in uzun yollarından geçirmesi için kardeşi neyzen başı Cemal Bey’i hoca tayin eder. Böylece Tevfik tanınmış mütefekkirlerin, şairlerin, edebiyatçıların mekânı Mevlevihane’de saz ve söz meclislerine katılır. Başta misafirlere kahve taşırken görürüz onu, sonra kapı arasında sohbetleri dinlerken rastlarız, ardından sohbetlerin edildiği salona girmeye muvaffak olduğunu görürüz.

Mevlevihane’de geçirdiği günler, Tevfik’in geri kalan yaşantısının özrü gibidir. Üç yıl boyunca huzur ince parmaklarını onun kıvırcık saçlarında dolaştırmıştır. Bu zaman zarfında ney derslerinin yanında Türkçe, Arapça, Farsça dersleri de alan Tevfik, bir gün dergâhın kapısında babasını görür. Hasan Fehmi Bey oğlunun İstanbul’da medrese tahsili yapmasını istiyordur. Bu istek, Tevfik’in sırtına cüppeyi giydirmiş, başına sarığı taktırmış ve onu İstanbul’a doğru itelemiştir. Fethiye Medresesine yerleşen Tevfik ise daha ilk gün oraya ait olmadığını anlamış ve ertesi sabah bıçakla kesilmiş gibi ayrıldığı İzmir’deki atmosferi, İstanbul sokaklarında aramaya başlamıştır. Galata ve Yenikapı Mevlevihaneleri on dokuz yaşındaki bu gence kapılarını açmakta gecikmemiş, fakat Tevfik kaybettiği huzuru bir daha asla bulamamıştır. İzmir’e geri dönse de bulamayacaktır zaten. Çünkü o artık Tevfik ‘likten Neyzen Tevfik’liğe yükselmiştir. Neyin kaderini kaderine bulaştırarak.

“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… Herkes ağlayıp inledi”    Mevlana

İstanbul’da tam dört sene kalmıştır Tevfik. Bazen köşklerde saygın konukların arasında, bazen de Beyoğlu’nun hayatlara çamurlar yapıştırdığı yerlerde neyine üflerken görülmüştür bu yıllarda. Çoğunlukla sarhoş, kızgın ve muhalif bir tavrı vardır. Onunla karşılaşırsanız size Abdülhamit’i ve istibdadı eleştirmesi, muhtemeldir. Sonra da neyine dudaklarını götürür ve size bu öpüşmeden müthiş bir müzik ziyafeti çıkarır. Kıvırcık saçları insana saksısından taşan fesleğenleri hatırlatan bu adama İstanbul dar gelmeye başlar. Saçları gibi ruhu da daha geniş bir kap arar ve gözlerini Afrika’nın çöllerine çevirir. O gün insanlar Mısır’a giden bir vapurdan kıyıya akan belli belirsiz ney sesini duyarlar.

Tevfik bir vapurla gittiği Mısır’da tam yedi sene kalır. Kimi zaman saraylarda, kimi zaman yer altındaki haşhaş çekilen odalarda karşılaşırız onunla. Neyin içinde gezdirdiği o buğulu nefesi sayesinde her kapı önünde açılır. Neyi ona hem köşklerin, hem ara sokakların kapısını aralayan bir anahtardır. Dudakları kamış parçasını öyle inletmektedir ki bu sese ne insanlar ne de tabiat kayıtsız kalabilir. Zenginlik ve fakirlik aynı anda hizmetine sunulmuş kölelerdir. Tevfik köleleri arasında asla ayırım yapmaz. Kuş tüyü yataklarda uyumaya verdiği ehemmiyetle, fakir ölülerin sarıldığı kaba hasırda uyumaya verdiği ehemmiyet aynıdır. Münevverlerle, prens ve prenseslerle, asilzadelerle görüldüğü gibi azılı sabıkalılarla, hırsızlarla, esrarkeşlerle de görülür. Yedi yıl boyunca Mısır’ı omuzlarından tutup sarsar, hırpalar, sever ve sonunda da onu terk eder. Mısır’ı dizleri üzerine çökmüş arkasında bırakıp gerçek aşkına, İstanbul’a döner. Mısır, canını yakan Neyzen’in kendini terk etmesini kabul edememiş ve bu yüzden Tevfik oradan ayrılmadan kalbine çölün serabını atmıştır. Çölün serabını yani Lübnanlı bir bar yıldızını.

Onların nasıl tanıştıklarını, ruhlarının birbirlerine nasıl bulaştığını, kalplerinin onları hangi uçurumlardan aşağıya attıklarını bilmiyoruz. Bildiğimiz Lübnanlı bar yıldızının, Neyzen’in üflediği neyi duyduktan sonra onun peşine takıldığı. Tevfik bir sihirbaz gibi neyiyle kendine köleler toplarken, birden kölelerinin arasına katılan bir kadının kölesi olur. Ne kadar birlikte olduklarını, neler yaşadıklarını ve onları birbirlerinden ayrılmaları için bir Arap Bacı’nın eşiğine kimin getirdiğini bilmiyoruz. Belki de odası tuhaf tuhaf eşyalarla dolu bu kadının kapısını kendileri çalmışlardı. Ama ben bu ihtimale inanmak istemiyorum.

Arap Bacı kendilerine cinler musallat olmuş gibi aşk musallat olan gençleri önüne alır ve tütsüden geçirir. Arap Bacı’nın dudakları kıpır kıpır hareket ederken gençlerin de ruhları birbirlerinin içinden çıkar. Ve tütsünün tenlerine işleyen kokusu kaybolmadan ayrılırlar. Böyle bir hâl yaşadıktan sonra insan ne yaşamın kollarına gidebilir ne de içinden çıktığı evrene geri dönebilir. Şimdi arada kalmanın, Araf’ın zamanıdır. Lübnanlı bar yıldızı Araf’ın yollarını çıplak ayaklarıyla nasıl yürüdü bilmiyoruz ama Tevfik’in o günleri elimizde.

Neyzen Tevfik neyini kolunun altına alarak İskenderiye’de, metruk bir kalenin tepesindeki taş bir kavuğa sığınarak itikâfa çekilir. Kuru bir hasır üzerinde geçen günlerin hesabını tutmadan yaşamaya başlar.

“O engin manzaralı kulede, içimde toplanmış ne kadar ıstırap ve şehik-i hicran varsa; neyimin ucundan Akdeniz’e döktüğüm daha İlk gece, elbiselerimle cenaze hasırının üstüne uzandığım andan itibaren, hakikaten ‘kalıbı dinlendirmiş’ bütün maddi ve manevi yorgunluklardan silkinmiştim. Hayalimde, başucumda dikilen sual melaikesine, su katılmamış bir zahit tevekkülü ile başımdan geçenlerin hesabını vererek bir daha böyle bir şey yapmayacağıma; mahiyeti ve neticesi vahim aşk ve esrar âlemine dalmayacağıma söz verdim. Bu sayede edebi istirahate gerçekten kavuşur gibi daldığım deliksiz uykudan uyandığım zaman, bütün günahlardan tenzih edilmiş bir faninin hafifliğiyle yerimden kalktım.

Hafızamda elem verici hatıralardan eser kalmamıştı. Ufukta henüz yükselmeye başlayan güneş, şahane bir çarşaf yahut platin bir tepsi güzelliğinde önüme uzanan deniz, hülasa gözlerimin üzerinde dolaşan her şey bana gülümsüyor gibiydi. Bu dünyayı pembe gösteren ruh haleti içinde o muhteşem manzaralı kavukta gamsız kaygısız hatta zevkli günler geçirdim. “

Neyzen İstanbul’a döndükten sonra hayatını hiç’in üzerine inşa etti. Kendisine sunulan memuriyetleri geri çevirdi. Zengin muhitlerden aldığı tekliflere rağmen o, içki ve esrarın evlat edindiği yerlerde kalmayı tercih etti. İstanbul’un bir ucundan bir ucuna tüm kahvehaneleri, izbe yerleri hane olarak kullandı.

Tevfik’in şiirleri güzelse de hiçbir zaman neyinin önüne çıkamamıştır. Hazır cevaplılığı, küfürleri, vurdumduymazlığı gerçek kimliğini saklayan birer kılıf vazifesi görmüştür. Bir türlü yaşama alışamayan Neyzen, teneffüse çıkan çocuklar gibi hayat sık sık ara verip akıl hastanesine kaldırılmış ve uzun tedaviler görmüştür. Tevfik cebindeki paraları köpeklerin boyunların takarken, alkol komasına girmişken, tımarhanede tedavi olurken, şiir yazarken, önüne gelene küfür ederken, insanlara yardım elini uzatmışken ama en çok neyine üflerken görüldü. Ney’ine yani aşkına.

…Arif Bey’ in evinde bir saz âleminde Tevfik’in neyle taksim ederken neyi çatlattığını bilirim. Karamürselli Tahir’in buna çok canı sıkıldı. “Ulan dedi ne vardı neyi çatlatacak kadar üfleyecek” Neyzen güldü ‘Aman efendim! Ben o ney vazifesini boş bira şişesine de yaptırırım, sen o demleri, o nameleri, o ahları kamış mı yapıyor zannediyorsun? Onları bu fakirin dudakları yapıyor.’

Masaya uzandı şişede kalan birayı bardağa boşaltıp yuvarladıktan sonra şişeyi eline aldı ve mükemmel bir taksim yaptı.”

*BU YAZI AYŞE SEVİM’İN “YAZARLAR VE AŞKLARI” KİTABINDAN ALINMIŞTIR.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek