Ahsen Dalca, İyiyim Oturuyorum ve Eyvahlar Olsun kitaplarının yazarı Ceylan Taş’la bütün samimiyeti ve enerjisiyle okumak ve yazmak üzerine konuştu.
Bu işler kendi kendine mi oldu? Yoksa bu yolda size fener tutan bir usta, hoca yada bu camiadan bir arkadaşınız var mıydı?
Blog yazmakla başlamıştım zaten. İşte, dedim ki o dönem, madem yazdıklarımı insanlarla paylaşıyorum biraz daha fazla kişiye ulaşmasını isterim. Bunun için ne yapılır, onu da bilmiyorum. O zamanın bilinen bir iki tanıdık blog yazarına yazılar göndererek biraz dikkati üzerime çekmiştim; burada Ceylan diye biri varmış, yazıyormuş… Onun dışında yolumu açan bir insan yok. Kitabın yayınlanma süreci tamamen kendi çabamla oldu diyebilirim. Bir tanıdığım, aracı ya da bir hoca yoktu. Hatta beni bu çok kaygılandırdı. Ya basılmazsa, basılmaya değer bulunmamasından ziyade daha önce ya kimse ciddiye alıp okumazsa? Doğrudan yayıneviyle iletişime geçtim. Her şey olması gerektiği gibi oldu, araya kimseyi sokmadan, yayınevi ve yazar ilişkisi. Onlar da sağ olsun dosyaya çok kıymet verdiler, hızlıca basıma geçildi.
İlk kitabınızda anılarınızı yazarken de, ikinci kitabınızda kurgu yaparken de bilinç akışı tekniğini kullanıyorsunuz ve bunu keyifle yaptığınızı görüyoruz, okuyucuya yansıyor. Bu anlatım tekniğinin kalıplaşmış tanımının yanında, sizce tarifi nedir?
Böyle bir anlatım varmış, ben bunun bir teknik olduğunu da bilmiyordum. Bilmeden önce de şöyle diyordum; delirmiş gibi yazmak, aklına ne eserse. Bilinç akışı da ancak bu kadar kapsayıcı bir tanım olabilir çünkü hakikaten ben de yazarken bir şeyin aktığını hissediyorum. Kendim okumayı sevdiğim türde yazıyorum. Belli bir teknik biliyorum; bunun gibi yazayım değil de ben böyle yazmayı seviyorum, bana bu şekilde geliyor ve böylece salıyorum, gerçekten akıyor. Bilinç akışı tekniğinin olduğunu yeni öğrendim. Öğrendikten sonra daha mutlu oldum, çünkü bunun adı delirmek değilmiş, bir adı varmış basbayağı.
“Bazı yazılarımın altına kafayı güzel yemiş, çok güzel delirmiş yazanlar da var, tam beni kalbimden vurdun diyenler de var. Ben o tam kalbinden vurduklarımla görünmeyen bir iletişime devam etmek istiyorum.”
Yazılarınızı, sosyal medya paylaşımlarınızı eleştirenler, yazım tekniğinizden dolayı düşünce hızınıza yetişmekte zorlananlar oluyor mu? Özellikle yakın çevrenizde sizi anlayamayan, ne anlattığınızı tam olarak kavrayamayan insanlar var mı?
İlk bakışta anlaşılacak bir şey yapmak isteseydim, ilk bakışta anlaşılacak bir şey yapardım. Her bakan anlamasın, sadece benim gibi bakan anlasın. Bazı yazılarımın altına kafayı güzel yemiş, çok güzel delirmiş falan yazanlar da var, tam beni kalbimden vurdun diyenler de var. Ben o tam kalbinden vurduklarımla görünmeyen bir iletişime devam etmek istiyorum. O yüzden bunu bilerek yapıyorum, çünkü ben bunu seviyorum. Beni böylesi mutlu ediyor.
Yazmaya başladığınızda aklınıza geleni kağıda döküp yazıyı bitiriyor musunuz yoksa yazdıktan sonra dönüp tekrar tekrar düzenleyip de mi tamamlamış oluyorsunuz?
Şu an, iki kitabımı okurken bile sürekli düzenliyorum kafamda keşke şöyle yazsaydım ya da şunu yazmasaydım, daha yalın daha güzel olur. Hatta ilk kitabın teslim aşamasında dedim ki; lütfen benim elimden alın, yoksa ben bunu dört yıl düzenlerim, düzenledikçe de bitmiyor, o yüzden alın, tamam. Blogtaki yazılarıma da dönüp baktığımda (üç sene önce yazdıklarıma) korkunç hissediyorum onları okurken, kendimi kötü hissediyorum halbuki çok güzeldi, çok güzel karşılık buldu. Demek ki iyiymiş.
Sosyal medya paylaşımlarınızda güzel durum öyküleri okuyoruz. Bunları belli bir alanda toplamak gibi projeleriniz var mı? Dergilerle çalışmayı düşünüyor musunuz?
Bir yerde yazdığımı yenilemek istemem belki o yüzden de bir süredir yazmıyorum instagramda. Çünkü başka yerde biriktirmek istiyorum, çabucak harcamak istemiyorum bazı şeyleri. İnstagramda yazdıklarımı belli bir yerde toplamam, çünkü onlar artık yazıldı ve bitti gibi geliyor. Belki genişletilirse çok güzel olur ama şu an için böyle düşünüyorum. Geçtiğimiz aylarda bir dergi için benden yazı istemişlerdi. İyi de bir dergiydi. Ama iletişimde enteresan bir tavır sezdim, profesyonel bir işte olmaması gereken bir tavır… Kibarca reddettim ve bu şartlar altında yazı göndermek istemediğimi söyledim. Bundan sonra ne olur, neresi olur bilmiyorum ama olursa çok sevinirim. Çünkü benim maksadım zaten daha kalıcı bir şeyler yapmak, kendi adıma. Evet, instagramda yazmak da beni mutlu ediyor çünkü yazmak tek başına beni mutlu ediyor.
Kitabınızın öncesinde, İyiyim Oturuyorum’ dan sonra ve şu anda okuduklarınız tür olarak değişti mi, neler okuyorsunuz?
Açıkçası ben edebi okumalara çok ağırlık veremiyorum. O kadar çok beslenme, çocuk gelişimi ebeveynlik kitapları okuyorum ki sürekli okuma ritmim, kendi içinde değiştiği için… Çünkü okumak da öğrenilen bir şey. Bu kitabın ismi dikkatimi çekti, bunu okuyayım değil. Okumanın da kendi içinde bir ritmi var ve bunu yaptıkça öğreniyorsunuz. Bunu kendimde fark ediyorum. Eyvahlar Olsun’un son toparlama kısmında hiçbir kitap okumamıştım. Çünkü çok beğendiğim kitaplar oluyor ve hiçbirine benzemesini istemem, o yüzden belli bir değişim oldu diyemem.
Şiir okur musunuz, okuyorsanız hangi şairler?
Şiirle pek alakam yoktu çünkü şiiri de doğru yerden tutmamışım demek ki. Mesela bunu söylemek belki ayıp ama Birhan Keskin’i yeni keşfediyorum ve çok severek okuyorum. Cemal Süreyya filan çok severim ama bir ilgim yoktu. Belki de dönem dönem farklı şeylere ilgi duyuyoruz, şu ara şiire yakınım. Okumayı öğrenmek meselesi; şiiri şu an çok farklı yerden görüyorum.
Türkiye’de ve dünyada beğendiğiniz yazarlar kimler?
Gece gündüz kitap okuyan bir insan değilim. Belki bildiğimi sandığınız insanların çoğunu bilmiyorum bile. O yüzden dünyadaki yazarlara hakim değilim. Edebi okumaları da çok yapmadım. En çok kimin kitabını okudun derseniz Canan Karatay diyeceğim ve komik olacak. O yüzden buna tam etkileyici bir cevap veremiyorum. Barış Bıçakçı o yüzden. Çünkü tanıdığım için, tüm kitaplarını okuduğum için gönül rahatlığıyla onu söyleyebiliyorum. Şule Gürbüz denizine dalmayı planlıyorum yakın zamanda, arkadaşımın tavsiyesiyle. Çok beğeneceğimi söyledi. Tanıdıkça, biriktikçe buna vereceğim cevaplar da artacaktır o yüzden. Dostoyevski diyemem çünkü okumadım, okumaya ant içtim ama şu an söyleyebileceğim bu kadar fazlası yok.
“Ben bir cümleye dönüp onu defalarca okumak istiyorum mesela, kıymetini anlamak istiyorum her bir cümlenin. O yüzden muhakkak ortamın sessiz olması lazım. Çok sevdiğim cümleleri defalarca okurum kendimce ve sonra onu kapatıp göğsüme bastırırım.”
Kitapları nasıl okursunuz? Ortam ve zaman nasıl olmalıdır ya da nasıl denk gelirse mi? Çoğunlukla içinizden ama bazen de sesli mi okursunuz, okuduğunuz kitapları evdeki perdelerle koltuklar da dinleri mi mesela?
Aynı bir arkadaşa, bir dosta özel bir vakit ayırır gibi tamamen yalnız olmam lazım. Şöyle tabii ki; çocuklar ayaktayken de okuyorum ama daha çok beslenme ve sağlıkla ilgili kitapları okuyorum. Tekrar dönüp okuyabilirim onu. Ama roman okuyorsam muhakkak yalnız olmam lazım. Ortamın uygun olması lazım ve çıt çıkmaması lazım çünkü hiçbir cümleyi kaçırmak istemiyorum. Öylesine okuma hali vardır ya orada ne kaçırdığınızı bilemezsiniz. Ben bir cümleye dönüp onu defalarca okumak istiyorum mesela, kıymetini anlamak istiyorum her bir cümlenin. O yüzden muhakkak ortamın sessiz olması lazım. Çok sevdiğim cümleleri defalarca okurum kendimce ve sonra onu kapatıp göğsüme bastırırım.
Bu zamana kadar kitaplar dışında nelerden beslendiniz? İlk kitabınız İyiyim Oturuyorum’a baktığımda en çok “Kiralık evler ve hastaneler” diyorum. Kiralık evlerde tavan akıyorsa camın niye akmadığını sorgularken buluyorum sizi. Hastanelerde “…İnsanın mayasının tüm çıplaklığıyla orada ortaya döküldüğünden” ve hastaneleri yaşanmışlık düzeyine erişebilmek için aşırı hızlandırılmış bir kurs olarak gördüğünüzden bahsediyorsunuz. Eyvahlar Olsun’da hepsinin dışında “Kadınlar”ı görüyorum, bir şekilde terk edilmiş kadınları. Peki, en çok hangisi?
Yaşayıp bilmediğim bir şeyi zaten yazamam. Eğer resim yapıyor olsaydım, resimden de beslenirdim. Müzisyen olsaydım, oradan da beslenirdim. Bu dünyada doğdum büyüdüm ve doğal olarak etrafımda olup biten ne varsa onlardan besleniyorum. Mesela ikinci kitabın ilk cümlesi ciddi ciddi kışlık patlıcanları ipe dizerken aklıma gelmişti. Bu tarz minik şeylerden… Görmediğim bilmediğim bir şeyden beslenemem. Kaldırımda yanımdan geçen amcanın burnundan soluyuşu bana çok şey ifade ediyor, bende bir şeyleri tetikliyor. O yüzden ben de gördüğüm bildiğim kadarından besleniyorum. Çünkü başka bir şeyler yapmaya çalışsam olmayacak, olduramam çünkü ben o değilim. Ya komik olur ya antipatik olur. Olmaz yani, her şeyden önce benim için bir kıymeti olmaz.
Yapılan hatalara, başa gelen olumsuzluklara ve daha ne kadar talihsizlik varsa hepsine olan bakışınızı yumuşatacak kadar olayları başkalaştıran bir diliniz var. Bunları yaşarken pek de gülmediğiniz şu cümleden anlaşılıyor; “ Çünkü bazen ağladıkça cidden bozkırlar yeşeriyor.” Yaşarken değilse yazarken mi komik geliyor?
İyiyim Oturuyorum’ u yazma maksadım şuydu; dedim ki, bunca olup biten şey iki kapak arasında, espriyle harmanlayınca nasıl duracak çok merak ediyorum çünkü bu benim hayatım ve tamam yani dünyanın en kötü şeylerini yaşamadım ama tatsız şeyler anlatıyorum. Ama ben bunları komik anlatmaya çalışacağım dedim. Kendime bunu bu şekilde anlatıp, o defteri kapatmaya çalışacağım, bakalım nasıl olacak? Biz okurken çok güldük, kuzenlerimle; bu kitabın bölümlerini yazdıkça onlara gönderdim, birebir yaşadığımız için… Beni yazar olarak çok mutlu etti onu yazmak kendi açımdan. Zaten kimse başyapıt ortaya çıkardığını iddia etmiyor ama onları bu şekilde görmek istemiştim, açıkçası okur eğlensin diye değil.
İyiyim Oturuyorum’ u okurken kahkahalarla güldüm, bütün acılarla ilgili kurduğunuz cümlelerin ucunu hep tatlıya bağlayacak bir “Ceylan Taş Söylemi” eklediğiniz için güldüm. Ama kitabın en sonunda “Çünkü biz çok zenginiz,” derken size has bir söz olduğu halde bu sefer bende etkisi tam tersi oldu. Sıkıntılarınızı mizaha nasıl çevirebiliyorsunuz?
Ben böyle anlatmayı seviyorum. Dramatik bir şekilde anlatsam bunu kim ne yapsın değil mi? Benim hayat hikayemi kim ne yapsın? Ben görülmemiş hiçbir şey yazmadım. Eğer bu kitap hoşa gidiyorsa herhangi başka bir kitaptan ayrılıyorsa dil kısmında ayrılır. Yoksa anlattığım bir şey yok. Ben öyle anlatmayı sevdiğim için, öyle okumayı sevdiğim için böyle yazmıştım.
Evlenip evden çıkarken, oğlunuzu okulun ilk günü sınıfa bırakırken, parmak uçlarınızdan yeşerirken, bazen beyniniz bazen ciğeriniz yanarken hep bir koku yayıldığını söylüyorsunuz. Kokuların yazma ihtiyacınızı ilk harekete geçiren duyunuz olabileceğini hiç düşündünüz mü?
Koku, müzik alır götürür ya tamamen, bir yere koyar, hem şimdiki zaman hem o anda olursun. Evlerin kokuları vardır ya hani. Bu durumun bir adı yok. O evin bir kokusu var ve ne kokusu olduğu belli değil. Evin kendi kokusunu o evin içinde yaşayanlar almaz, yabancılar alır onu. Evlendikten sonra babamlara ilk gittiğimde ben o kokuyu aldım ve dedim ki, ben bu evin artık yabancısıymışım bu kokuyu aldığıma göre. Bir de okul koridoru kokusu vardır. Ben böyle bir koku olduğunu unutmuştum ta ki oğlumu okula yazdırmaya gittiğimde o koridora girince orada böyle kala kaldım. Çünkü ben lise sonda bırakmıştım o kokuyu. Kokular bu yönde evet, alıp götürüyor, çok etkili tabii ki.
Yazarken masanızda kaynak kitap (sözlük gibi) kullanıyor musunuz? Kullanmıyorsanız ilerde ihtiyaç duyacağınızı düşünüyor musunuz?
Tabii ki, yazım kılavuzu var her şeyden önce. Ben kendi bildiğimce yapıyorum ve belki de benim yazdıklarımı kıymetli yapan bu. İçimden geldiği gibi. Ama bu demek değildir ki benim öğrenmem gereken hiçbir şey yok. İçimden geldiği gibi yapayım ama teknikleri de öğreneyim. Sözlüğüm var. Bir kere sözlük karıştırmayı çocukluktan beri çok severim. Bulduğum enteresan kelimeleri biriktirdiğim defterim var, hala duruyor. Eyvahlar Olsun’da kadın isimlerini sözlüklerden bulup, alt alta yazmıştım on beş yirmi tane isim; hangisi hangisi olacak bilmiyorum. Onu yazıp gözümün önüne koymuştum. Hikaye şekillendikçe oradan çekip aldım; tamam dedim, bu isim bu hikayeyi bütünler. Böyle. Var tabii ki. Yazıyor olmak bana bir şey katmalı.
İyiyim Oturuyorum bir çok kadının iç sesi. Sizin yaptığınız, onların yaralarına merhem olmak değil de küçük bir operasyonla bazı yerleri değiştirmek gibi, benzer geçmişlerinizde var olan ve hatırlandığında keyif kaçıran olayları başkalaştırdığınızı düşünüyor musunuz?
Yaşarken bana komik gelmemişti zaten. Ben otuz yaşından on dokuz yirmi yaşına bakınca böyle görüyorum. O zaman normaldi. Zaten her şey hızla değişiyor ve yenileniyor. O an ortamın içindeyken onlarla dalga geçmiyordum, her şeye uyum gösteren bir insandım. Ama ne tamamen oyum, ne tamamen buyum. Her şeyin karışımı. Mesela erişte kestik yazın biz, annemlerin arka bahçesinde, komşularla saatlerce. Ve ben ondan bir gün önce yine saatlerce Eyvahlar Olsun’un düzenlemesini yapıyorum. Bu karışım benim hoşuma gidiyor; hem erişte kesip orda dönen inanılmaz muhabbetlere tanık olmak hem bir yandan yayıneviyle editörle bağlantı kurup başka bir insanmışım gibi bunu harmanlamak, benim hoşuma gidiyor. İkisiyim çünkü ben.
İkinci kitabınız bir roman. Çok karşılaştığımız bir roman türü değil. Bir çok kadının parça parça hayat hikayelerini okuyoruz. Birbirleriyle ilgileri yalnızlıkları… Tam hüzne boğulmuşken arada duraklar çıkıyor karşımıza; Efsun, Mektup, Teyzelerden bir Teyze gibi bölümler yer alıyor. Bu kitabı oluştururken esinlendiğiniz bir yapıt oldu mu yoksa bu kitap da sizin kendinize has kullandığınız dil gibi kendinize has bir roman türü mü?
Evet böyle. Ben o şekilde bir kitap okuyup o şekilde yapmadım. Kafamda şöyle bir şey aktı; filmlerde olur; bir sahne izlersiniz, en can alıcı yerinde kesip başka bir insanın hayatına girer. Afallarsınız ama o da sarar. Tam ona kendinizi kaptırmışken kesilir, başka bir insana geçer. Ben kendimce öyle bir şey tasarladım. O savrukluğun düzeni. Okursunuz, okurken dersiniz ki, noluyor noluyor… Hiçbir şey anlamadım sanırsınız ama kapatınca her şey yerine oturur. Yapabildim mi bilmiyorum. Benim bu ilk denemem. Zaten kusursuz olması imkansız. Ama kendim okuduğumda ne yazdığımı bildiğim için bana göre tamama yakın gibi… Ama okur ne hissetti? Okurun tepkisini de ölçemedim. Çok kötü bir döneme denk geldiği için…
Peki, Eyvahlar Olsun kitabında da dediğiniz gibi, “Annelik, gece yarısı herkes uyurken mutfakta bir sandalyeye oturup tüm olan biteni düşünmek için” midir?
Ben bunu bir gece yarısı sandalyede otururken fark edip sadece bu cümleyi yazmıştım bir yere. Bana çok kapsayıcı gelmişti çünkü benim annem de öyleydi. Tanıdığım kadınlar genelde öyle. Gece artık sessizliktir, iş güç yoktur, herkes uyuyordur. İnsan tek başına kalınca da haliyle tatlı veya tatsız her şeyi son bir gözden geçiriyor, kapanıştan (uyumadan) önce. Çok sevdiğim bir şeydir o benim. Aspiratör ışığının altında ya da mum yakıp oturmak tek başına.
Eyvahlar Olsun’ da “Hayatımız altı açık kutularda öylece duruyor. Kaldırsam döküleceğiz.” derken blog yazılarınızda yaşamınızı kutuya benzettiğinizi anımsıyorum. Yine aynı kitabınızda mutfak ışıklarından söz ederken ilk kitabınıza sıçrıyorum ve kiralamak için ev ev dolaşırken “henüz ampülü patlamamış aspiratör” arayışınız geliyor aklıma. Sizin için kutular, mutfak masaları ve aspiratör ampulleri iyi ki var, diyebilir miyiz?
Her ev bir kutu. Zaten ben kutu diyorum bizim eve. Ev olarak ve yaşam olarak herkesin bir kutusu var. Şu koskoca hayat bir kamyon kasasına sığıyor taşınırken. Mutfak masası, kutu mevzuları, bu aspiratör ışıkları filan kendine ait bir oda gibi. Kendime ait bir odam yok ama mutfağım var. Tabii ki önemsiyorum. İki kitabı yazdığım yer mutfak masası. Buradan taşınırsam eğer bu kutuda ben iki kitap yazdım, benim için ölene kadar kıymetli olacak.
“Kadın, kadının toprağı oluyor aynı yerden kırılarak.” diyorsunuz Eyvahlar Olsun kitabınızda. Ve kitabın tamamında bir yandan kadınların tarafını tutuyor bir yandan onları yeriyorsunuz da. Bunu biraz daha açıklayabilir, bir de burada anlatabilir misiniz?
Kadın kadının toprağı evet çünkü birbirimizi daha ziyade biz anlıyoruz tabii ki. Yerme noktasını tam anlayamadım ama şöyle tahmin ediyorum; “Teyzelerden bir teyze” Kusursuz değiliz, yani cinsiyetimiz bizi kusursuz yapan bir şey değil. Bu teyzeler varlar, belki biz de o teyzelerden olacağız, bilmiyorum. Birbirimize sarıldığımız zaman da verdiğimiz güç çok fazla. Bu yazma sürecinde de kadınların ellerini sırtımda hissettim. O yüzden diyorum kadınların kenetlenmesini tabii ki önemsiyorum. Bir araya gelince gerçekten çok güzel oluyoruz. Karşı karşıya gelince de azılı düşman olunuyor maalesef. Bir yerde okumuştum; bir kadının bir anlık fevri bir hareketi, başka bir kadının bin yıllık düğümünü çözebiliyor. Şöyle bir şey örnek vereceğim; bir arkadaşım instagramda bir şey paylaşmış, çocuklarıyla beraber kahve almaya gidiyor. Bu benim için o kadar olağanüstü bir şey ki… Dünya yanmış da evden kaçıyor filan değil çünkü evde o kadar kapalı yaşayan bir insanım ki… Benim olayım şu; çocuklarım büyüdükten sonra yapabilirim, gidebilirim, gezebilirim, kaldı ki kahve için otobüse binip gideceğim. Onun kendi halinde yaptığı bir şey, ben de kördüğüm olmuş bir şeyi çözdü. Ve kızım küçüktü, onun elinden tutup dolmuşa binip bayağı bir yol gittim. Farkında olarak veya olmayarak birbirimizi etkiliyoruz ve görünmez iplerle bağlıyız. İyi ve kötü her hamlemizde birbirimiz etkiliyoruz.
İkinci kitabınızın roman olmasıyla birlikte okuyucularınızdan nasıl tepki gördünüz?
Okurun tepkisini ölçme imkanım olmadı. Sağlıklı bir kıyas yapamam. İyiyim Oturuyorum çıktığında çok büyük bir heyecanla paylaşmıştım ama Eyvahlar Olsun’un çıktığı dönemde çok yakın bir zamanda annemizi (kayınvalidemi) kaybetmiştik, onun manevi ağırlığı vardı, şehitlerimiz vardı. Çok enteresan bir dönemdi. Kitabın da çıkması gerekiyordu, aylardır bekletiyorduk dosyayı. Açıkçası coşkuyla paylaşamadım. Bundan biraz utanç duydum çünkü çok büyük gerçeklerin içindeydik, tatsız gerçekler. Bir kere benden mod olarak çok düşük çıktı kitap. Teslim ettiğim zaman çok iyiydim ben ama çıkış aşamasında ülke olarak, dünya olarak çok karmaşık bir dönemdi. Çok az bir zaman içinde de korona çıktığı için evlere tıkıldık. Tabii ki yani bunca şeyin içinde “Ay benim de kitabın çıkmıştı, boşa gitti.” diyecek değilim ama böyle bir şey düşünüyor muyum? Tabii ki düşünüyorum çünkü ben onunla iki sene uğraştım. Ama şuna inanıyorum her şeyin bir nasibi olduğu gibi o kitabın da bir nasibi var. Ne yaparsam yapayım ne artırabilirim ne eksiltebilirim. Pr üzerinden ilerlenen bir dünya da bunu söylemem delilik belki ama böyle deyince kendimi daha rahat hissediyorum. İyiyim Oturuyorum yağ gibi kaydı ve yerine buldu. Altı baskı yaptı. Bu benim için çok şaşırtıcı bir şey. Eyvahlar Olsun da şartları eşit olmadığı için kıyaslamak istemiyorum. İyiyim Oturuyorum’un devamı gibi bir kitap beklentisi varmış doğal olarak ama okuyanların geri dönüşleri çok güzeldi. Hatta şöyle dendi; bu çok ince bir kitap. Ama inceltmiştim ben onu. İki katıydı onu bilerek konsantre hale getirmek istedim kendimce. Ve onu yapabildiğimi anladığım geri dönüşler geldi. Çok ince ama sindire sindire okuyorum dendi, bu beni mutlu etti. Dedim ki kendi kendime ikinciyi yazmak zorunda değilim, yazacaksam daha iyi bir şeyler yapmak zorundayım. Her şeyden önce kendimi beslemem, yetiştirmem lazım. Bir tık daha üzerine koyabileceksem yapayım, daha oturaklı konsantre cümleler, açsam daha açarım öyle cümleler, öyle bırakmak istediğim cümleler… Eğer anlaşıldıysa daha ne isterim.
Bu durum yeni kitap çalışmalarınızı nasıl yönlendiriyor?
Kurmaca mevzunu kendi içimde yeniden geliştirmek istiyorum eğer bir üçüncüyü yapabilirsem. Kendimi bu alanda çok geliştirmek istiyorum; dil evet, ama aynı zamanda enteresan şeyler de anlatmak isterim. Aklına her eseni yazmak ne kadar dilin güzel olursa da bir noktada biten bir şey. Okur ortamı bilmek ister, ortamda kimler var, nasıl insanlar, üzerlerinde neler var… Bunları okura vermek gerektiğini öğrenerek yeni bir şey yaptığımda muhakkak daha iyi olacak. Bir şey vereceğim evet ama ne vermek gerektiğini öğrenme noktası önemli benim için. Kurmaca mevzunu geliştirebilirsem çok güzel olur.
O zaman üçüncü kitap da kurgu olacak gibi görünüyor…
Bundan sonra otobiyografik ne yazabilirim? On iki yılı bir kitapta toplamıştım. Bir daha öyle bir şey yapmam zaten :))