Başarısını başkalarının felaketi üzerine kuranlar vardır. Bunlar, dört gözle birilerinin ayaklarının kaymasını beklemektedirler. Gözlerini sadece kendilerine çevirmişler, âleme kör ve sağır olmuşlardır. Varsa yoksa kendileridir; ötekiler anlamsız ve gereksizdir (veya hazlarının eklentileridir) Keyiflerini devam ettirmenin peşindedirler. Herkes felaket içinde olabilir, kendileri olmamalıdır; herkesin çoluk çocuğu sefalet içinde olabilir; kendilerininki olmamalıdır. Merkezlerine aldıkları benleri, bütün diğer insanları dışlamıştır. Etraflarının boşaldığının, kimselerinin kalmadığının farkında değillerdir, körleşme onları öyle kuşatmıştır ki; körleşmeyi aydınlanma sanırlar. Güçleri, zaaflarını görmeyi önlemektedir. Kudretleri en büyük düşmanları olmuştur, habersizdirler. Âlemin hep böyle devam edeceğini, kudretlerinin hep kendileriyle olacağını zannederler.
Elias Canetti, bir Hint hükümdarından bahseder. Kendisiyle aşırı mağrur bu hükümdar, her şeyin ve her yerin kendisine ait olduğunu, mekânın, insanların, hayvanların kendi malı olduğunu iddia eder. Bir gün kibirde o hale gelir ki, hayvanlar dâhil bütün şehrin boşaltılmasını emreder. Emriyle şehirleri boşaltmaktadır, bu ne kudrettir! Buralarda, oralarda sadece o olacaktır, her şeyin ona âidiyeti, sadece onun varlığının orada oluşuyla daha da pekişecektir. Herkes, hayvanları da alarak şehri terk eder. Ne evlerde bir insan, ne sokaklarda bir hayvan kalır. Mütekebbir hükümdar, sarayının en tepesine çıkar ve azametle şehre, şehirlere bakar. Bütün buralar onundur; ondan başka hiç kimseler yoktur; tektir ve eşsizdir. Bu kibirli bakış biraz sonra tedirginliğe, az sonra korkuya, anında paniğe ve dehşete
dönüşür; içini bir ürperti kaplar, her yanını müthiş bir korku sarmıştır. Uzaktan gelen belli belirsiz gürültüler, rüzgarın uğultuları, ormanlardan gelen vahşi hayvan sesleri tüylerini diken diken eder. Hiç kimse yoksa o zaman o kimin hükümdarıdır? Başına bir şey gelse, kim yardıma koşacaktır? Acıktığında yemeğini kim nerden getirecektir; ya hastalanırsa?!. Birden bütün çıplaklığıyla şunu anlar: Ne kudreti, meğerse var olmak için ne kadar da ötekilere, berikilere ihtiyacımız vardır.
Cümleleri anlamlı kılan anlamsız dediğimiz edatlar, zamirler, bağlaçlardır. Bizi anlamlı kılan ötekilerin varlığıdır. Küçümseyebilirsin; ama küçümsediklerinin yokluğu seni daha küçük, işe yaramaz hale getirecektir. Mağrurun aynası sadece kendisini gösterir. Kimseye muhtaç olmadığını iddia ile kibrin azametli surlarına göz diken adamın en yakın komşusu, basit bir topal sivrisinekle helak olan Nemrut’la; bir avuç deniz suyuyla
boğulup giden Firavun’dur.
“İbret almayan kişi, sonunda ibretlik hale düşer” demişler ya; eğer hakkıyla bakabilirsek gördüğümüz her şey, bulunduğumuz her yer, duyduğumuz her söz, okuduğumuz her cümle, “daha nasıl iyi insan oluruz”un hikâyeleriyle doludur. Bu hikâyeler hep şunu söylerler: Gayrıya muâmele, gayrısı olduğumuz ötekiden beklediğimiz muâmelenin sûretidir.