Temizlik yaparken mikroplardan, zararlı olan tüm bakterilerden arınmayı umarız. Ama onları görmediğimiz için emin olamayız. Onları görseydik, yaptığımız temizlik nasıl olurdu sizce? Ya da mikropları gören bir yardımcımız olsaydı evimizin temizliği nasıl olurdu? Merak ettiyseniz öyküyü okumaya davetlisiniz…
Ayşe abla koltukları silerken ben de eşikte durmuş onu izliyordum. Saçları sımsıkı toplanmıştı ve tam tepede yıllanmış bir topuz vardı. Sürekli eğilip kalkmaktan mıdır bilmem yanakları kıpkırmızıydı. Doğrulup elini beline koydu. Gözlerini tavana dikip birkaç kez derin derin nefes aldı. Terden buğulanmış gözlüklerini sildi. Sonra elindeki bezi bastıra bastıra koltuğa sürtmeye başladı:
“Bak bir de el sallıyor bana. Şimdi ben seni sabunla bir köpürteyim de o zaman gör sen.”
“Yine yeşiller mi Ayşe abla?”
“Ay evet. Arsız bunlar ya. Veriyorsunuz elime bitkisel miymiş neymiş öyle temizleyiciler. Tabi görmüyorsunuz siz. Bak Allah’ın tek hücrelisi resmen benimle dalga geçiyor.”
“Öyle deme Ayşe abla. Diğer temizleyiciler de sana bana zararlı. Hem bakterilerin hepsi faydasız değil ki.”
“Ay ne faydası varmış onların ya. Toz pislik her yer.
Bak geçen bir eve çağırdılar. Yaşlı bir amcayla nine. Sevap olsun diye gittim kız, para mara da istemedim. Ama görsen kocaman dişli, pörtlek gözlü bir sürü mikrop oradan oraya zıplıyor, yerlerde yuvarlanıyor. Ay ömrümden ömür gitti. Her tarafa boca ettim çamaşır sularını. Bir tanesi bile kalmadı. Oh yaşasınlar evlerinde şimdi temiz temiz. Hiç mi yok sende çamaşır suyu be kızım. Temizliyorum temizliyorum bak yine oradan göz kırpıyorlar bana.”
Ellerimi iki yana açıp gülümsedim. Sonra mutfağa gidip çay suyu koydum. Bu da bana annemden kalma bir alışkanlık. Dip köşe temizlik günlerinde eve gelen ablayla karşılıklı çay içip sohbet etmezsek temizlik yarım kalmış gibi hissediyorum. Gerçi Ayşe ablaya göre benim evdeki temizlik zaten yarım kalacak. Eminim pazardan aldığı sebzeyi meyveyi bile çitileye çitileye çamaşır suyuyla yıkıyordur. Nasıl yıkamasın? Benim iştahımı açan kırmızı çilekleri, ballı incirleri kim bilir nasıl görüyor.
Su kaynayınca çayı demledim. O sırada Ayşe abla mutfağa girdi. Önüne gelen saçları iki eliyle terlemiş başına yapıştırdı. Bir eliyle dizini tuttu, diğer eliyle sandalyeyi çekti.
“Yerleri de sildim. Bitti o oda. Ama sen tüllerini bir yıka kızım benden söylemesi. Var mı çayın, ay azıcık oturayım.”
“Gel gel on dakikaya hazır olur.”
Onları sen gelmeden yıkayıp astım desem inanır mıydı? Bir tek tüllerde, nevresimlerde kullanayım diye yumuşatıcı aldım. Kokusunu duymamış olamaz. Demek ki görme duyusu koku duyusuna ağır basıyor. Mesela trabzon hurması. Kokusu harika ama biri yerken bile bakamam ben.
“Benim kız da mezun oldu çok şükür. Hayırlısıyla hemen bir iş de bulsa. Çok zor okuttum çok. Her şey para.”
“Öyle tabi. Kitabı, yolu, yemeği.”
“Kaç eve girdim çıktım senelerdir. Neler gördüm. Kolay mı benim gibi biri için?”
“Değildir. Yani zor tabi.”
“Çalışmaya mecbur kalınca ‘Hangi işi hakkıyla yaparım ben?’ dedim. İşte cevap ortada. Önceden derdim ki görebilmek herkese nimet bana ise ıstırap. Ama şimdi bunun ekmeğini yiyorum. Hayat böyle.”
Kalkıp çayları doldurdum. Dünden yaptığım keki de dilimleyip masaya getirdim. Ayşe abla ağzını büzüştürüp kaşlarını çatmış kafasını sağa sola sallaya sallaya mutfak dolaplarına bakıyordu. Acaba bu sefer ne renklerdi?