Bugün Mary Shelley’nin ölüm yıl dönümü.
1 Şubat 1851’de henüz 53 yaşında Londra’da hayatını kaybeden Mary Shelley’e ve onu meşhur eden eseri Frankenstein ya da Modern Promethus’a mercek tutmak istedik.
Ayşegül Uyar Netyazı okurları için yazdı…
Mary Shelley, 30 Ağustos 1797 tarihinde Londra’da dünyaya geldi. Babası edebiyatçı William Godwin’di. Tutucu ve radikal diye tarif edilen bir babanın kızı olarak Mary Shelley oldukça cesur ve korkusuzdu.
Annesini erken yaşta kaybetmesi, evdeki üvey anne, üvey kardeşlerle beraber yaşanan aile hayatı içinde hissettiği yalnızlık; Mary’i edebiyata yakınlaştırdı. Evde hissettiği kaotik ortamdan kaçmak için çıktığı uzun doğa yürüyüşleri ve mezarlık ziyaretleri Mary’nin ufkunu değiştirmişti. Üvey annesi okula gitmesine izin vermemişti ama o büyük bir cesaretle korku romanlarına ilgi duyuyor ve gotik edebiyatta kalem oynatmak istiyordu. 1807 yılına geldiğinde babasının desteğini alarak ilk şiir kitabını yayınladı. Bu pek ses getirmeyen ilk eserden sonra Shelley, okumaya ve yazmaya devam etti.
Babasına rağmen evli ve çocuklu bir adam olan yazar ve şair Percy Bysshe Shelley ile beraber yaşadı, onunla Avrupa’ya kaçtı, şair Percy’in eşi intihar edince de onunla evlendi.
1818 yılında Frakensteine’ı yazdığında henüz 21 yaşındaydı. Yayıncısı tanınmayan birinin hele bir kadının kitabının satmayacağını düşünerek onun yerine eşi Percy Shelley’in adının kullanılmasını teklif etti. Doğrusu eserin basım süreci kadar yazılış süreci de ilginçti çünkü Mary bilim kurgu romanlarının öncüsü sayılan bu kitabın tohumlarını bir Avrupa gezisinde atmıştı. Lord Byron tarafından misafir edildikleri bir Avrupa gezisinde Lord herkesin bir korku hikâyesi anlatmasını istediğinde Mary’ de o gece dikkat çeken bu hikâyeyi uydurup anlattı arkadaşlarına.

Mary Shaley Frankensteine’ı yazarken eserin kendi adının önüne geçeceğini, Miguel de Cervantes’in Don Kişot’u ya da Daniel Defoe’nun Robınson Crusoe’u gibi olacağını tahmin etmiş midir? Zaman içinde filmleri çekilmiş, tiyatro oyunları sergilenmiş Frankensteine’ı herkes tanırken Mary’nin adı unutulmuştu.
Eser, ilk bakışta korku romanı gibi dursa da Frankensteine için “Tanrıcılık oynamak isteyen insanın hüsranı” diyebiliriz. Çünkü eser ölüme meydan okumak isteyen bir bilim adamının ortaya çıkardığı yaratıktan kaçışını, onunla baş edemeyişini ve bu yaratım sürecinden doğan pişmanlığını anlatır.
“Ben kötüyüm çünkü çaresizim.” diyen bu yaratık, aslında yaratılışın vasfına uygun biçimde tanınmak, bilinmek ve sevilmek istemektedir. Oysa insanlar bu iri ve orantısız vücuttan, ürpertici surattan, kocaman ellerden dehşetle kaçarlar. Yaratık “Bir insanın dış görünüşü, içinin nasıl olduğuyla ilgili bir şey söylemez.” diye düşünse de beklediği olmayınca yeni hayatında bildiği tek şey kalır geriye: kötülüğe kötülükle cevap vermek ister.
Mary bu eserle distopik edebiyatın da sınırlarını zorlamıştır. İngiliz filozof David Hume “ Mantık arzunun kölesidir.” derken bilimin tehlikeli sınırlarına işaret etmiş olabilir. Mary de eserinde bilimde arzunun tehlikeli boyutlarına dikkat çekici ve sarsıcı bir üslupla değinir Frankensteine’da. İlginçtir eserin yazıldığı yıllarda İngiltere sanayi devriminden nasibini almış hatta Avrupa’nın en büyük çırçır fabrikalarına sahip olarak ekonomik manada güç elde etmiş, tüm dünyaya gücünü ispat etmişti. Bu haliyle roman dönemin insanındaki üretme hırsını da bir bakıma yansıtır.

Kitap okuru; hem bilim adamının iç çatışmaları ve hem yaratığın çaresizlikle yaptığı hırçınlıklarla kitabın felsefesi üzerine düşünmeye sevk eder. Eserin iki ana karakteri yani hem doktor hem yaratık Frankensteine ismiyle anılır. Esasında benzerlik yalnız isimde değil ruhta da birdir. Tanrısız kalmış, inançtan uzak olmanın hırsla dolu yalnızlığı da benzerdir.
Mary Shelley bu eseri ile kardeşinin ölümünden duyduğu çaresizliğini mi resmetmişti yoksa eşiyle Almanya’da yaptıkları biz gezide bölge halkından öğrendiği bazı efsaneleri mi metinleştirmişti bilinmez fakat Shelley’in doğaya hâkim olmak isteyen insanla bir meselesi olduğu kesin.
Kant’a göre insan rasyonel düşünemez çünkü benlik perdesi ardından gerçekliğin bilgisine ulaşır bu da onu rasyonel akıldan uzak tutar. Mary’e göre de ihtirasın ve rasyonel aklın değil de hazzın hâkim olduğu bir dünyada yaşamak sadece bir insanın değil tüm insanlığı felaketi olacaktır. Bu yönüyle eser bir modernlik eleştirisini de içinde barındırır.
Doğan iki çocuğu da yaşamayan, yirmi dört yaşındayken eşini kaybeden genç yazar Mary, ömrünün kalan kısmını hayatta kalan tek oğlunun yetiştirmek, yazmak ve eşinin kitaplarının tanıtımını yaparak geçirmiştir.
The Last Man, Falkner, Lodore, Valperga gibi eserlerle bilim kurgu alanında yazmaya devam etse de en çok bilinen eseri Frankensteine olarak kalmıştır.
