Özkan Öze Röportajı/ Gülhan Türkalp

1974 yılında Adapazarı’nda dünyaya gelen Özkan Öze uzun yıllar yazı işleri müdürlüğü ve editörlük yaptı. Okudu, yazdı. Artık bir hesap makinasıyla sayısı ancak hesaplanabilecek kadar çok kitabı var.

Kitaplarının tek özelliği niceliği değil tabi ki nitelikli çocuk kitaplarıyla büyük bir okuyucu kitlesine sahip oldu. Yazdıklarını severek okuyan on binlerce, yüz binlerce insanla yolu kesişti. Kitapları birçok dile çevrildi. Hassas, anlatılması zor ama mutlaka anlatılması gereken konuları ustalıkla kaleme alıp Türkiye’de ilklere imza attı.

Gülhan Türkalp yazarla keyifli bir röportaj yaptı. Hem de yazdıklarıyla, okuduklarıyla, üslup sahibi olmakla, yazma ritüelleriyle, yazarken neşeden ödün vermemekle ve daha birçok şeyle alakalı… Umarız keyifle okursunuz.

   “İyiyim, siz nasılsınız?” yerine daha orijinal bir cevap alacağımı tahmin ettiğim için öncelikle “Nasılsınız?” diye sormak istiyorum. Nasılsınız Özkan Bey?

Sizi hayal kırıklığına uğratmamak için iki saattir düşünüyordum ve sonunda aradığım cevabın o kadar da uzakta olmadığını hatta çok yakında olduğunu fark ettim. O kadar yakındaydı ki cevap, sırf bu yüzden onu bulmam, biraz zaman aldı.

“Nasılsınız? ” sorusu, hayatımız boyunca en çok karşılaştığımız sorulardan birisi, belki de birincisidir. İnsan bunu düşündüğünde, “Acaba…” diyor. “Bu kadar kişi gerçekten de benim nasıl olduğumu merak ediyor olabilir mi? ”

Aslında bunu, birisi size Nasılsınız? ” diye sorduğunda, kendinize şu soruyu sorarak anlayabilirsiniz: “Ben, bana, nasıl olduğumu soranın nasıl olduğunu merak ediyor muyum? ”

Cevap, pek çok zaman “Hayır!” olacaktır. Böyle bir durumda kendinizi kötü hissetmeniz için bir sebep yok, endişe etmeyin. Karşınızdaki de dün geceyi sizin nasıl olduğunuzu merak ederek uykusuz geçirmiş değil aslında.

Elbette vicdansızca bir genelleme yapacak ve “Nasılsınız?” diye soran birini hiç ciddiye almayın, kesin lâf olsun diye soruyordur, diyecek değilim. Herkesin “Acaba nasıl, nerde, ne halde? ” soruları yüzünden uykularını kaçırdığı birileri vardır. Ve birileri için, herkesin uykuları kaçar.

Bu arada hiç dikkatinizi çekti mi? Anneler çocuklarına kolay kolay, “Nasılsın?” diye sormazlar,  “Neyin var? ” diye sorarlar.

Çocukların da yetişkinlerin de çok hoşuna giden, kendinize has bir üslubunuz var. Sizin yazdığınız bir yazıyı isimsiz bir şekilde, bir yerde görsem rahatlıkla size ait olduğunu anlayabilirim. Peki, bu üslubu nasıl geliştirdiniz, bunu yapmak zor olmadı mı? Bir yazarın üslup sahibi olması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bakın! Müzik hakkında her şeyi bilebilirsiniz. Beste yapabilir, nota okuyabilir, türlü türlü enstrümanları maharetle çalabilirsiniz. Ama eğer yaratılıştan gelen güzel bir sesiniz yoksa ne kadar çalışırsanız çalışın, bir Andrea Bocelli olamazsınız. Eğer yaratılıştan gelen güzel bir sesiniz olduğu halde, tembelin tekiyseniz, sonuç yine değişmez. Yine bir Andrea Bocelli olamazsınız.

Her yazarın bir sesi vardır. Yazarken bu sesi duyarsınız. Üslup dediğimiz şey o sestir, çalışarak geliştirilebilir. Nasıl daha verimli şekilde kullanılabileceği öğrenilir. Ama yoksa yoktur. Peki, var mı yok mu? Bunu nereden anlayacağız? Bunun cevabı çok basit ama biraz cesaret istiyor: Şarkı söyleyeceğiz!

Editörlük yaptığım zamanlarda en nefret ettiğim şey, önüme konan dosyaları okurken hep aynı sesi işitiyor olmamdı. Yayınlanmış kitapların pek çoğundan yazar isimlerini kaldırsanız kimse onların hangi yazara ait olduğunu anlayamazdı.

Oysa ben Kazancakis’e ait bir paragrafı, Gabo’ya ait bir cümleyi, Sait Faik’e ait bir hikâyeyi ilk okuyuşta hemen anlayabiliyordum. O sıralarda henüz yazı yazmıyordum. Aslında yazamıyordum. Hatta dönem dönem yazmaya dair en küçük bir ümidim bile kalmadığı zamanlar oluyordu. Ama kendi kendime hep şunu söylüyordum: “Eğer bir gün yazabilirsem, insanlar bana ait bir metni, ismimi görmeden tanıyabilmeliler.” Bunu henüz tam olarak gerçekleştirebilmiş değilim. Değilim ama çabalıyorum.

Ben de her yazar gibi yola sesi kulağıma hoş gelen yazarları taklit ederek çıktım. Bu böyledir ve böyle olmalıdır. Zaman içinde kendi söyleyiş tarzınızı geliştirirsiniz. Sadece papağanlar bunu yapamazlar ama onların da zaten böyle bir dertleri yoktur. İnsanların dikkatini bir süre çeksinler, bu onlara yeter.

“Dersimiz” serisindeki Halis Muhlis öğretmen, her anne-baba ve çocuğun hayalindeki öğretmen profilini çiziyor. Sevecen, hoşgörülü, sevdirerek öğretmeyi amaçlayan ve çocukların doğru sorular sormasını doğru cevaplar vermesinden bile daha önemli bulan peki, siz bu karakteri yazarken bir öğretmeninizden mi ilham aldınız? Yoksa bu karakter tamamen bir hayal ürünü mü?

Bir yazar, iyi bildiği, doya doya yaşadığı, hiç eksikliğini çekmediği, tadını çıkardığı, bizzat tecrübe ettiği, içinde yüzdüğü şeyleri elbette iyi yazabilir. Ama çok daha iyi yazabileceği şeyler, hayatı boyunca içinde bir boşluk, bir yoksunluk, bir özlem, sürekli acıyan ve kanayan bir yara, kapanmamış bir hesap olarak kalan şeylerdir. Diğerlerini okura anlatırsınız, bunları ise yaşatır ve hissettirirsiniz.

Pek çok öğretmen arkadaşım bana Halis Muhlis’i kendilerine örnek aldıklarını söylerdiler. Onlara şunu dedim: Masa başında Halis Muhlis olmak kolaydır. Zor olan öğrencilerin karşısında olabilmektir. Evet, Halis Muhlis size ilham verir, derslerinizi daha etkili bir şekilde sunmanız konusunda ondan fikir alabilirsiniz. Ancak onun bir yazar tarafından tek başına, bir odada uzun bir zaman içinde kurgulandığını da unutmayın.

“Şu Acayip” serisi büyük küçük herkesin severek ve merakla okuduğu bir seri. Bu seride Tarık Uslu çocukluk anlarından sıklıkla bahsediyor. Fotoğraf makinasının flaşını gözüne patlatan, kelebeği kanadından yakalayınca parmakları boya olan, mahalle maçlarında takıma seçilemeyince incir ağacının dallarına tüneyip kitabını okuyan, kaplumbağa yumurtalarını güneşe tutup içine bakan… Muzip, meraklı, merhametli, kendi halinde ve gerçek bir çocuk…  Bu anlattığınız çocukluk size mi ait?

Elbette bilimsel bilgiyi aktarırken, bir popüler bilim kitabında olması gereken şekilde, doğrudan aktarmak yerine türlü argümanlardan faydalanarak, ona hayatın içinde bir yer açıyor daha doğrusu zaten olan yerine işaret ediyorum. Zaman zaman tamamen hayal ürünü birtakım hikâyeler uydurduğum da oluyor. Ancak ilginçtir, sizin sorunuz içine aldığınız örneklerin tamamı, benim gerçek hayatımda yaşadığım şeyler. Gözümde flaş patlattım, kelebek kanatlarında parmak izlerimi bıraktım, kaplumbağa yumurtalarını kazdığım topraktan çıkardım, mahalle maçlarında takıma seçilmedim, incir ağacının tepesinde kitap okudum.  Haa, bir de pipetle sıcak çay içtim. Bunlar gerçek ama anlatırken biraz köpürttüğümü de itiraf edeyim. Bunu da okurumun iyiliği için yapıyorum. Bugün Türkçe’de yayınlanmış ve 22 kitaba ulaşmış tek popüler bilim dizisi Acayip Şeyler. Üstelik on yıldır Tarık Uslu’nun dilini taklit edebilen bir başka popüler bilim kitapları yazarı henüz çıkmadı. Ama ben bütün samimiyetimle çıkmasını istiyorum çünkü ihtiyaç var. Özellikle de tevhidî bir omurgaya sahip popüler bilim kitaplarına…

Çaylak ile Filozof serisinde esprili üslubunuzdan bir şey kaybetmeden yazmaya devam etmişsiniz. Fakat o kitaplarda bu esprili üsluba ek olarak kalbe dokunan bir şeyler daha var  mesela Çaylak’ın anne ve babasını kaybetmiş bir çocuk olduğunu birinci kitabın sonunda öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Bu duygu yoğunluğunu yakalamak çok önemli. Çaylak ile Filozof hakkında neler söylemek istersiniz?

Size Çaylak ile Filozof’ta yaptığım büyük numarayı ve işin sırrını anlatayım o zaman. Aslında bunu yapmamam gerek, hele de bir sürü genç yazarın okuyacağı bir röportajda bunu söylemek uzun vadede hiç de iyi olmaz. Hepiniz yazar olursanız, kim okuyacak bu kitapları?

Çaylak ile Filozof büyük oranda Sokratik bir diyalog havasında ilerliyor. Evet, bu belki tamamen akla hitap eden bir metin değil ve ben belli aralıklarla duygusal notalara basıyorum. Çünkü akılda kalan unutulur ama kalpte kalan unutulmaz. Bu yüzden metin aralarındaki bu duygusal notalar bana yeterli gelmedi. Ve kitaptan, okurumun aklına değil kalbine dokunarak çıkmayı tercih ettim. Neticede, Çaylak ve Filozof, okur muhayyilesinde gerçek birer kişiliğe büründüler.

Nasıl kurnazca değil mi? Ancak size vereceğim sır bu değildi. Sır şuydu: Bunu ta en baştan, plânlayarak yapmadım!

Çaylak İle Filozof dizisinin benim için özel bir yeri olduğunu da söylemeliyim. On yıllık yazarlık maceramın şu ana kadar gelebildiğim en uç noktasında bu kitaplar bulunuyor. Yani on yılda ancak bu kadar ilerleyebildim. Tabii ki bunun benim için bir son nokta olmamasını diliyorum çünkü dil, üslup, duygu aktarımı, yazıda bütünlük, kompozisyonun sınırlarını belirleme… Adorno’nun dediği gibi metinlerimin örümcek ağı gibi her noktadan gergin olması gibi konularda kendimi henüz çok yetersiz görüyorum. Yine de Çaylak’tan memnunum şimdilik yapabileceğimin en iyisi bu. Daha iyilerini görür müyüm, bilmem. İnşallah…

Dizinin çıkış noktası bizzat kendi dünyamda yaşadığım bir varoluşu anlamlandırma çabasıdır. Şu ana kadar ele aldığım konuları ve bundan sonra ele almayı planladıklarımı da yine bu noktadan yapacağım bakış açıları ile işleyeceğim. Bu dizi okurlarının hayatlarına–tam da aradıkları bir zamanda–anlam katmalı.

İlk kitap “Benlik”  üzerineydi. Çünkü insan yola kendi benliğini keşfedip ona bir anlam yükleyerek çıkmalı. İlk gençlik yıllarında başlayan bu anlam arayışı eğer doğru yönlendirilmezse, ilerleyen zaman içinde daha da bulunamaz bir hale geliyor. Çaylak ile Filozof  “Ben bir neyim?” sorusunun etrafında dönüyor.

Dizinin ikinci kitabı İnsan Diye Bir Kelime ise “İnsan Olmanın Farkındalığı” üzerine kurgulandı. Benliğin keşfinden sonra insanlığın keşfinin sırada olması şaşırtıcı olmamalı. Çünkü taşıdığımız benlik bir insan benliği.

Üçüncü kitap, Ruhun Irkı Yok. Bir ben sahibi olmanın ve bir insan olmanın keşfinin ardından ırk, millet, kavim, unsur gibi kavramlar üzerinde konuşmak bir bakıma zaruretti çünkü keşfettiğimiz varoluşumuzun sınırlarını belirlemek zorundayız. Ve bunu damarlarımızdaki kan ile yapamayacağımızı anlamamız gerekir.

İnsanın kendisini milleti, kavmi ile irtibatlandırıp anlam arayışını burada noktalaması yalancı bir tatmin verir. Artık kendi donanımı ile ilgilenme ihtiyacı duymamaya başlar çünkü zaten yüksek bir milletin mensubudur ve bu ona yeter. Fakat hakikatte işlerin böyle olmadığı malumdur. Bu yüzden ırkçılık politikaları güdenler çok bağırır çok ses çıkarırlar. Ki insan başka bir anlam arayışı ihtiyacı hissetmesin. Bu elbette bir konfordur. Fakat aldatıcı bir konfordur. Ayrıca bu konfora alışanlar onun dozunu artırmak için kendi ırklarını sürekli övmeli ve diğer ırklardan üstün görmelilerdir. Bunun için başka ırkları aşağılamak en kestirme yoldur. İşte Çaylak ile Filozof’un üçüncü kitabında çocuklarla bunları konuştuk.

Bu bazılarına ürkütücü gelebilir. Ama benim umurumda değil. Aldığım geri dönüşler son derece isabetli bir iş yaptığımı gösteriyor. Ayrıca böyle bir konunun daha önce bir çocuk kitabında bu derecede (en azından bizim ülkemizde) ele alınmadığını da düşünürsek, sanırım bir miktar takdiri kabul edebilirim. Tabii bunu bekliyor değilim… Beklemiyorsam da ülkemizdeki edebiyat mahfillerinin, çocuk edebiyatı sahasının daimi bilirkişilerinin(!) henüz Çaylak’ı görmemiş olmaları daha doğrusu görmemezlikten gelmeleri canımı sıkmıyor da değil Çaylak ile Filozof sağlam bir iş oldu. Dizi devam edecek nasip olursa, güzellik-çirkinlik, aşk, adalet, özgürlük, cinsiyet, inanç, hayat, ölüm gibi çok çok zor konular sırada bekliyor. Öteki kitaplarımı bilmiyorum ama sanırım Çaylak İle Filozof, ben öldüğümde, kemiklerim un ufak olup karıncalar tarafından yuvalarına taşındığında bile okunacaktır. Bugün böyle bir şey hiç yazılmamış, Özkan Öze diye bir yazar hiç yaşamamış gibi davrananların çocukları, torunları ve torunlarının çocukları… Yakalarına, üzerinde “BU YILDIZLARIN ALTINDA SENDEN BİR TANE DAHA YOK” yazan Çaylak rozetleri takacaklar ve duvarlara HEPİMİZ ÇAYLAK’IZ yazacaklar…

Bu büyük bir iddia mı? Hayır, bu büyük ve iddialı bir hayal sadece.

Çocukların severek okuduğu, dinlediği Küçük Sahabiler serisi 8 kitaptan oluşuyor. Sahih kaynaklarda sahabe efendilerimizin çocukluklarına dair daha fazla bilgi olmadığı için de devamının gelmeyeceğini söylemiştiniz. Bu hassasiyetiniz, tutulmuşken daha çok satılsın diye gerçeklerden uzaklaşıp masal anlatmaya başlamamanız gerçekten çok takdir edilesi bir duruş. Allah razı olsun. Peki, çocukluklarımızı, satılması kaygısıyla yazılan kitaplardan nasıl koruyacağız? Yayınevi konusunda seçici olmak yeterli mi yoksa yazarın kitaplarını tek tek incelemek mi gerekir?

Evet, bana pek çok anne baba bu diziyi devam ettirmemi söyledi ancak bunun mümkün olmadığını kendilerine izah ettim. Belki benim gözümden kaçan ama bu dizinin hitap ettiği yaş grubuna (4-5) hitap edebilecek bir dil ile anlatılabilecek başkaca hatıralar da vardır, bilemiyorum. Bulursam böyle bir şey gündeme gelir ancak hiçbir şekilde benim kurgu yapmam gibi bir şey söz konusu değil.

Bazı anne babalar, bu kitapların çok kısa olduğundan şikâyet ettiler. “Verdiğimiz paraya değmedi!” diyen bile çıktı. Bunların içinde, 3-4 yaş için yazılmış kitapları 7-8 hatta 9 yaşındaki çocuğa okutanlar da vardı gerçi ama o konuya girmeyeyim şimdi. Oysa dizinin bütün meselesi kısa olmasıydı zaten ve zor olan da onları kısaltabilmekti.

Yine hikâyeleri çok yavan bulanlar çıktı ve bunu da benim yazarlığımın eksikliğine verdiler. Onlara da bu hikâyelerin benim ilave edip uzatabileceğim şeyler olmadığını anlatmam gerekti. Hâsılı yazar- okur, hep birlikte öğreniyoruz bu işleri.

Piyasadaki çocuk kitaplarını denetleyecek resmî ya da gayrî resmi bir kuruma şiddetle karşıyım bunu hemen söyleyeyim. Bu denetlemeyi anne baba ve öğretmenler yapacaklar. Yayınevinin çizgisine bakacaklar, yazarın kimliğine bakacaklar ve kitaba bakacaklar sonra da bunun çocukları için uygun olup olmadığına karar verecekler. Elbette bu konuda güvenilir kimselerin tavsiyelerine kulak vermekte bir sakınca yok ve son olarak şunu da ilave etmek durumundayım maalesef pek çok yayınevi önüne konan dosyayı yazarının sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayısına göre değerlendirmeye başladı. Bunun sebebini hepimiz biliyoruz. Fakat ben kesinlikle onları haklı görmüyorum. Para mı kazanmak istiyorsunuz? O zaman gidin başka bir iş yapın! Sizin ekonomik sorunlarınız ya da çıkarlarınız, çocuklarımıza zarar verecek saçma sapan kitapları, sırf yazarının instagramda bilmem kaç bin tane takipçisi var diye yayınlama hakkını size vermiyor. Bir dosyayı editöryal anlamda inceleme maharetinden yoksunsanız, ne işiniz var yayın dünyasında?

Yine okul öncesi çocuklarına ve tabii daha büyüklerine de hitap eden Allah’ın (c.c.) isimlerini konu alan 5 kitaplık bir seriniz daha var. Belki 99 ismin hepsini o yaştaki çocuklara anlatmak mümkün olmayabilir fakat daha anlatılabilecek isimler de vardır diye düşünüyorum. Bu serinin devamı gelecek mi?

Evet, o dizi şu an için on kitap, devam edebilir ama zorlamayacağım. Daha çok satacağını bildiğim halde bunu yapmayacağım. Yayınevim de beni bu konuda zorlamıyor. Asla!

Asr-ı Saadet temalı kitaplarda en büyük eksiğimiz neşedir.

Gerek okul öncesi dönemdeki çocuklara gerekse daha büyük çocuklara; dinimizle ilgili birçok önemli konuyu sadece sünnet ve vahyin ışığında anlattığınız onlarca kitabınız var. Bunu yaparken, anlatımınızdaki neşeden ödün vermiyorsunuz. Böyle konular, çocuklar için yazılmış bile olsa genelde sıkıcı, ürkütücü ya da fazlasıyla didaktik öğeler içeren kitaplar oluyordu. Sanırım böyle kitaplar, neşeli bir dille yazılırsa ciddiyetsiz ve yanlış bilgilerle dolu olur gibi geliyordu insanlara. Bu tabu son yıllarda yıkıldı ve bunda sizin katkınız büyük. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?

Artık şunu açık bir şekilde söylemek durumundayım. Özkan Öze ve elbette Uğurböceği Yayınları, dini çocuk kitapları dilinde ve hatta dinî eğitim dilinde sessiz ama derinlere işleyen bir devrim gerçekleştirdi. Özellikle amentü esaslarının anlatımı konusunda sadece Türkiye’de değil, bütün İslam âleminde benzeri olmayan kitaplar ortaya çıktı. Daha önce denenmemiş hem akla hem de kalbe aynı anda hitap edebilen beslendiği kaynaklara ve köklere bağlı bir eğitim metodu şekillendirildi. Bunların ileriki zamanlarda çok daha iyi çalışmalar için basamak olmasını diliyorum.

Neşe meselesine gelirsek eskiden beri şunu ısrarla söylüyorum. Özellikle Asr-ı Saadet temalı kitaplarda en büyük eksiğimiz neşedir. Bu neşe imandan gelen bir neşedir ve müminlerin hakkıdır. Dünyada ve ahirette en büyük neşe ve mutluluk kaynağımız asr-ı saadet iken (isminden de belli) biz sürekli ağlak bir hali maharet bildik. Elbette Rasulullah Efendimiz’in (asm) hayatında bizi hüzünlendirecek pek çok hadise vardır. Biz siyer bilgisine bir tarih bilgisi gibi bakamayız. Uhud deyince ciğerimiz sızlar, Musab ismini andığımızda gözlerimiz yaşarır, hüzünleniriz. Bu hüzün nasıl imandan kaynaklanan bir hüzünse, benim bahsettiğim neşe de imandan kaynaklanan bir neşedir. Ne kendimizi ne de çocuklarımızı bu neşeden mahrum etmek gibi bir hakkımız yok.

Çocuk kitapları arasında beğenerek okuduğunuz ve başkahramanını çok sevdiğiniz kitaplar hangileridir?  “Şu karakteri ben yazmak isterdim.” dediğiniz bir karakter var mı?

Zakkarina! Kumkurdu’nu ben yazmak isterdim. O benim kahramanım olsun isterdim. Kumkurdu’nun dili ve kurgusu ile neler neler anlatabilirdim. Ne zaman Kumkurdu’nu okusam, bazı bölümler için, “Ah! Bu mesele böyle havada bırakılır mı?” diyorum. İnşallah onun gibi bir şey yazabilirim.

Wolf Erlbruch’un Ördek Ölüm Ve Lale kitabına benzer bir şey yazmayı da çok hayal ediyorum. Vahyin ışığı altında böyle bir kitap… Olağanüstü bir şey olurdu. İşte o zaman “Şimdi yazar oldum!” diyebilirim belki kendime.

Usta İle Ayı da yine kurgusu ile çok imrendiğim çocuk kitaplarından biridir.

Ve Zeze! Ah Zeze! Onu kendime o kadar yakın buluyorum ki…

Yazmaya çok erken yaşlarda başlamadığınızı biliyoruz. En azından kitaplarınız ilk yayınlandığında 30’lu yaşların başındaydınız. Peki, hiç yazmak için geç kaldığınızı düşündüğünüz oldu mu?

Artık olan olmuş… Şöyle olsaydı böyle olurdu diyemem. Hem bu tür mülahazalar itikadımızca da pek doğru değil olan hayırlıdır demek lazım. Ancak yazıya geç başlama sebeplerim, can acıtıcı ve benim için varoluşsal sancılarla geçen bir dönemdir. Daha erken yaşlarda başlamak isterdim elbette fakat her şeyin bir zamanı var. Belki benim de böyle bir haddeden geçmem gerekiyordu. Belki 18 yaşında ilk kitabım çıkmış olsa, bazı imtihanları kaybedecektim. Bilmiyorum…  Tabii dergicilik, editörlük falan derken yayıncılığın her aşamasını öğrenme imkânım oldu. Mesela kitaplarımı doğrudan bir metin programında değil mizanpaj programında yazarım hâlâ. Editörlük yaptığım zamanlarda da kötü metnin nasıl olduğunu, bir yazarın kendisini nasıl tükettiğini çok iyi gördüm. Bu da bir eğitimdi benim için. Kendime sürekli, “Yazacaksan sakın böyle yazma!” diyordum.

Uzun bir süre “Ben yazarım” diyemedim

Yazma konusunda hevesli gençlere tavsiyeleriniz var mı? Yazmak için ne gibi özelliklere sahip olmak gerekir, sadece hevesli olmak yeterli mi?

Yazma arzusu “heves” kelimesi ile ifade edilemeyecek kadar güçlü bir histir. Heves ise, geçer gider. Üzerinde durmaya bile değmez. Kendi dünyamda karşılığına bakarak söylüyorum: Yazmak varoluşsal bir eylemdir ve insanın varoluşunun sınırlarını belirlediği ve onun içini bir anlam ile doldurduğu bir uğraştır. Ben yazmak isteyen genç arkadaşlara şunu soruyorum: “Emin misin? Gerçekten yazmak mı istiyorsun? Başka hiçbir çaren kalmadı mı?”

Yazmak için sahip olmamız gereken ilk özellik, buna mecbur hatta bir bakıma mahkûm olmaktır. Diğerleri sonra gelir. Bu mecburiyeti hissedemeyen biri için yazı, kısa ömürlü bir macera olacaktır büyük ihtimalle çünkü yazmak, insana keyif veren bir şey değildir.

Sadece hevesli olmak yetmediği gibi hevesli olmamak gerekir bence… Ancak yanlış anlaşılmasın asla ama asla Ezra Pound’un şiirindeki gibi, “Tanrım, küçük bir tütüncü dükkânı ver bana. Ya da hangi mesleğe yazarsan yaz… İnsana her zaman beyninin gerektiği bu kahrolası yazarlık mesleğinden başka” demedim ve demeyeceğim de. Yazmaktan memnunum buna hamd ediyorum. Eğer Kelimelerin Sahibi, benden bir gün bunu alacaksa, hayatımı da onunla birlikte alsın derim her zaman ama yazmak heves edilecek bir iş değildir.

İster heves edin ister aklınızın ucundan bile geçmesin böyle bir şey, yazacaksanız bundan kaçamazsınız. Kumaşınız böyle bir kumaş değilse de istediğiniz kadar uğraşın, olmayacaktır. Yazmayı öğrenebilirsiniz. Ama bir yazar olamazsınız. Merak etmeyin bu acı verici bir şey değildir, hevesiniz geçecek ve artık bunu istemeyeceksiniz zaten. Bende yazmak hiçbir zaman bir heves olmadı. Senelerce onu içimde ağrı gibi, yara gibi, boşluk gibi taşıdım. İnsanın içindeki boşluk yokluk anlamında bir boşluk değildir. İçi yoksunluklarla, özlemlerle, acılarla, eksikliklerle dopdoludur. O yüzden bu kadar ağırdır. Eğer rüyalarınıza bulaşmazsa, sadece uyurken sırtınızdan indirilen bir yükten bahsediyorum. Taşıyanlar ondan asla şikâyet etmezler, çünkü taşıdıkları şey, hayatlarının yegane anlamıdır.

Acaba mübalağa mı ediyorum? Olabilir, neticede ben bir yazarım. Ancak biliyor musunuz? Uzun bir süre “Ben yazarım” diyemedim. Artık diyorum ama yine de pek rahat değilim. Özellikle bana ne iş yaptığımı soranlara, yazarım demek hâlâ zoruma gidiyor. Çünkü yazmak benim için bir meslek de değil. Asla ustası olamayacağınız bir uğraş için “mesleğim” diyemezsiniz… Ben diyemiyorum.

Edebiyatçı lafı da sinirlerimi bozuyor. Ben edebiyatçı falan da değilim. Zaman zaman “Çocuk edebiyatçısı” diyenler oluyor. Bir ressama boyacı demek gibi bir şey bu! Edebiyat yapmıyorum. Yazdıklarımda edebî bir yön bulunabilir. O başka bir şey.

Bunun dışında bir yazara gerekli üç özellik sayabilirim:

*EMPATİ

*ŞEFKAT

*CESARET

Bunlara sahip olmak gerek. Cesaret yoksa yola çıkamazsınız. Şefkatten yoksunsanız paylaşmazsınız kalbinizin derinliklerinde sakladığınız şeyleri ve empati nimetinden mahrumsanız kelimelerinizin başkalarının akıl ve kalplerinde nasıl yankılanacağına dair hiçbir öngörüde bulunamazsınız. Okunmazsınız.

Editörlük yaptığım zamanlarda elime geçen dosyaları değerlendirirken kendimce bazı kriterler belirlemiştim. Herhangi bir eğitim almadığım için hislerimle hareket ediyordum. Bu kriterlerden biri aynı paragrafta yapılan kelime tekrarları idi. Eğer kelime tekrarları rahatsız edici boyuttaysa o dosyanın pek bir şansı olmazdı. Genç yazar arkadaşlar buna dikkat etsinler. Sözlük okumak hayatımız boyunca sürdürmemiz gereken bir iştir. Ne kadar çok kelimeye sahip olursak o kadar iyi anlatırız derdimizi. Kullandığımız kelimelerin sayısı çok azaldı. Bu konuyu Çaylak ile Filozof 2 de uzun uzun anlattı Filozof. Umarım Çaylak da anlamıştır. Toplumsal bir afazinin eşiğindeyiz. Verebileceğim en önemli tavsiye sözlük okumaktır sanırım. Ancak şunu tekrar söylemek durumundayım, yazarlığın benim dünyamdaki karşılığı biraz karışık. O yüzden, yazarlık kursu, atölyesi gibi faaliyetlere katılmaktan kaçıyorum. Çünkü ne anlatacağımı bilemiyorum. Yani netyazı’nın tekliflerini ısrarla geri çevirmem ve adeta kaçmam hep bu yüzden,  genç arkadaşların, marazî bir durumla karşılaşıp ürkmelerini istemem açıkçası.

Düzenli olarak yazı yazan ve bu işi profesyonel manada yapan insanların bir yazma ritüeli oluşturduğunu biliyoruz. Peki, sizin nasıl bir ritüeliniz var? Mesela hangi saatlerde yazarsınız ve yazmadan önce nasıl bir araştırma süreci geçirirsiniz?

Acıkınca yemek yerim, susayınca su içerim, yazmam gerektiğinde de yazarım, genelde yazmam gerekir. Her zaman üzerinde çalıştığım bir kitap masamda durur. Biri bittiğinde diğerine başlarım hiç ara vermem ama çalışma sürecinde kaytarmak için elime geçen hiçbir fırsatı da kaçırmam. Hele de işin ucunda fotoğraf çekmek varsa.

Yazacağım konu hakkında pek çok okuma yapmam gerekiyor. Özellikle Acayip Şeyler dizisi için bu okuma süreci kitabın yazım sürecini bile aşacak kadar uzayabiliyor Çünkü konuyu hiç bilmiyor oluyorum. Mesela Şu Acayip Beyin kitabını yazarken TUS’a hazırlanan bir tıp öğrencisi gibiydim. Emin olun ben lisede bu kadar ders çalışmadım. Asla!

Çok kitap okumak yerine bazı kitapları sürekli okumak benim tercihim

Çok severek okuduğunuz ve takip ettiğiniz yazarlar var mı? Ne tür kitapları okumayı seversiniz, mutlaka okunmalı dediğiniz kitaplar var mı?

Çok kitap okumak yerine bazı kitapları sürekli okumak benim tercihim. Elbette çalışacağım konu hakkında farklı okumalar yapmak zorunda kalıyorum. Ancak bazı yazarlar var, onları ne yazdıkları için değil nasıl yazdıkları için okuyorum. Hâlâ daha bir ses peşindeyim. Hâlâ daha aradığım sesi bulamadım. Özellikle çocuk kitaplarının dışında deneme yazmaya çalıştığım (pek de beceremiyorum ama çalışıyorum) son zamanlarda, sürekli okuduğum bazı kitaplar var.

İlk gençlik yıllarımdan beri başucumda duran birtakım kitaplar da var. Genelde kitap ismi vermem çünkü bana iyi gelen başkasına iyi gelmeyebilir. Ancak burada muhataplarımız büyük oranda genç yazar arkadaşlar olduğu için bazı isimler vereceğim.

Nikos Kazancakis: Bu Giritli yazar benim yazıda ilk büyük üstadımdır. El Greko’ya Mektuplar’ı pek çok kereler okumuşumdur. Hep onun gibi yazmaya öykünür dururum. Oldu mu? Olmadı ama işte olduğu kadar.

Gabo’nun benim için ne ifade ettiğini şöyle anlatayım. Öldüğü zaman çok yakın bir arkadaşımı kaybetmişçesine hüzünlendim. Bu hüzün günlerce sürdü. Onun sesi bana o kadar tanıdık geliyor k biliyorum bu bir cüret! Kendimi kimlere benzetmeye çalışıyor, önüme nasıl hedefler koyuyorum, farkındayım. Ne yapayım seviyorum adamı.

Bakın, başka bir kelime bulup kullanmadığım için özür dilerim ama yazının kendine ait bir şehveti vardır. Bunu hissetmelisiniz. Ben bu hissi kaybettiğim, daha doğrusu tam olarak hissedemediğim zamanlar, Türkçe’nin zirvelerine tırmanıp dünyaya oralardan bakarım. Ahmet Rasim, Halit Ziya, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, A. Şinasi Hisar, Falih Rıfkı, Peyami Safa gibi Türkçe sihirbazlarının metinlerini okur, yazmak arzumu ateşlerim. Bunlar, Osmanlının son dönemlerinde yetişmiş yazarlardır. Olağanüstü bir kelime zenginliğine sahip adamlar. Batıyı da Doğuyu da iyi biliyorlar. Onları okurum ve sümüklüböcekleri yazıyor olsam da o sırada, bir aşk macerası gibi, ateşli bir dil ile yazabilirim.

Siz yazarken bu şehveti yaşarsanız, okur da okurken yaşar ve uyumaz. Ne diyordu William Zinsser, “Yazar uyursa, okur da uyur.”

Yazarların kitaplardan beslendiği gibi sinema filmlerinden de beslendiğini düşünüyorum. Sizin sinema ile ilişkiniz nasıl, izlemeyi sever misiniz? Yazma serüveninize izlediklerinizin katkısı oluyor mu? Çok etkilendiğiniz filmler var mı?

İyi bir sinema seyircisi sayılabilirim. Ancak sinema benim için bir kafa dinleme metodudur hele sinemada seyrediyorsam. Işıklar söner, film başlar ve ben artık dünyanın her şeyinden koparım. Öyle ağır felsefî filmlere gelemem. Oturur kitap okurum çok lazımsa. Yani Hiç benden Tarkovski falan filan güzellemesi beklemeyin. Star Wars hayranıyım ben! Eğleniyorum seyrederken ne yapayım? Ayrıca zombili filmlere bayılırım. Neredeyse bütün zombili filmleri seyretmişliğim vardır. Savaş filmleri hayranıyım bir de! Kwai Köprüsü, Müfreze, İnce Kırmızı Hat, Er Ryan’ı Kurtarmak, Full Metal Jacket, Güneş İmparatorluğu… Sevdiğim filmlerden bazılarıdır.

Elbette aşk filmlerini de severim. Neticede kahramanlık ve aşkın ortak bir noktası var: Her ikisine de yürek lazım.

Ancak benim hayatıma çok derinden etki eden tek film Ölü Ozanlar Derneği’dir Bu film benim için gerçek bir kırılma noktası oldu. Onu burada anlatamam, uzun hikâyedir.

Bu arada bir de senaryo yazdım neredeyse film olacaktı. Kast falan bakılıyordu yani o derece! Sonra olmadı.

Her yazara sorulan klasik bir soruyla bitirelim isterseniz. Yazmaya başlamanızın sebebi neydi? Yani sizi yazmaya iten o ilk motivasyonu merak ediyorum.

Bu sorunun cevabı yukarıda verdiğim muhtelif cevaplarda var. En iyisi ben bu güzel röportaj için size teşekkür ederek çekeyim hatimeyi.

Teşekkür ederim.

Hem doğrudan size hem de sizin şahsınızda bütün netyazı ekibine…

Biz teşekkür ederiz, kıymetli vaktinizi ve gönlünüzü bize açtığınız için.

1 Comment

  1. "...yazmak benim için bir meslek de değil. Asla ustası olamayacağınız bir uğraş için “mesleğim” diyemezsiniz." Keyifle okudum ve sanırım bu sohbette bana dokunan çok şey var. Tebrikler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek