Hayal-i Muhal: Huzur/ Ayşe Sevim

Bir şairin oğlu olarak dünyaya gelen, iki yaşında babasını kaybeden Peyami Safa, yetimlikten öğrendiklerinin üstüne hastalıktan öğrendiklerini ekler. Yazar, evlilik hayatından da çok şey öğrenecek ve yaşadıkları romanlarına ilham olacaktır.

Unutulmaz eserlerin yazarı Peyami Safa’nın hayatına Ayşe Sevim kalemiyle bakmaya ne dersiniz? Daha önce duymadığınız ayrıntılarla karşılaşacak düşüncelere dalacaksınız.

İsmail Safa’nın doğumu Mekke’de gerçekleşti. Kalın yüz çizgilerine sahip, sert tabiatlı bir adama benzeyen Mekke’de. Arabistan çöllerinin anlattığı masallar arasında büyüdü Safa. Bu şehir onun bedenini şiirle yıkadı. İsmail Safa çölün, kaderine dokunmasına izin verdi ve şair oldu.

Mekke’nin oğlu olmak kolay değil. Mekke, çocuklarının tabiatına hem çölün sükûnetli zamanlarından hem çöl fırtınalarında sağa sola savrulduğu anlardan koyduğu için İsmail Bey de huzurlu bir hayat süremedi. Onun hayatı bir bıçağa dönüştü. II. Abdülhamit’e yöneltilmiş bir bıçağa. Zamanın diğer aydınları gibi İsmail Bey de bir Jön Türk’tü. II. Abdülhamit düşmanlığının hürriyet sevgisiyle aynı tutulduğu bir zamanda İsmail Bey, bıçağı kime çevireceğine karar vermişti. Jön Türkler için II. Abdülhamit’in sevmediği, kızdığı, mesafeli durduğu her şey kutsaldı. Padişah sevmediği için İngiltere, bu grup arasında özgürlükler ülkesi olmuştu. İngiliz hayranlığı Jön Türkler arasında öyle yaygındı ki Meşrutiyetten sonra İstanbul’a dönen İngiliz Elçisi Malet’in arabasının atlarını çözen bu grup, atlar yerine sayın elçinin(!) arabasını kendileri çekmişlerdi.

Zamanın, yaşlı kadınlar gibi, tuhaf huylarını ortaya çıkardığı, mızmızlık ettiği bir dönemdi. Ülke ip çekiştiren çocukların ellerindeymiş gibi bir o tarafa, bir bu tarafa sürükleniyordu. İsmail Safa yani birazdan sahneye alacağımız Peyami Safa’nın babasının evinde Jön Türkler sürekli bir araya geliyor, geceyi sabahın kollarına teslim edene dek tartışıyorlardı. Dürbünün hır tarafından bakıldığında özgürlük askerleri, diğer tarafından bakıldığında vatan hainleri gibi görünen Jön Türklerin yaptığı bu toplantılar, sonunda İsmail Bey’i Sivas’a sürgüne gönderdi. Onu uğurlamaya evini dolduran kalabalıktan hiç kimse gelmedi. Gözlerinizi bu ayrılık resmine çevirdiğinizde büyük bir vefasızlığı ve iki erkeği görebilirsiniz: İşte şuradakiler İsmail Safa’nın kardeşleri Ali Kâmı ve Ahmet Vefa Beyler, arkalarındaki o büyük şey ise tenhalık.

İsmail Bey için sürgün, ölümün ailesine çokça dokunduğu bir yer oldu. Sivas’a gitmeden bir iki ay önce küçük kızı Ulya’yı, sürgündeki onuncu gününde de diğer kızı Selma’yı kaybetti. Erkekler ne kadar sert ne kadar meşgul ne kadar serseri ne kadar anarşist ya da ne kadar her ne olurlarsa olsunlar, kız evlatları doğduğunda ortak bir tecrübeyi paylaşırlar; merhamet onların kalplerine yaygısını serer. Ve babalar, kızlarına her baktıklarında camdan bakan bir çocuk gibi merhamet de başını bu gözlerden dışarıya uzatır. İki kızını art arda yitirmesi İsmail Bey’i fazlaca sarstı. Şairin sağlık durumu her gün kötüleşti. Sivas’ın İstanbul’a benzemeyen sert ve soğuk nefesi de buna eklenince İsmail Safa 1901 yılında vefat etti. İsmail Bey sürgünde yaklaşık on bir ay yaşamış ve bir mart sabahı Sivas’taki Garipler Mezarlığı’na defnedilmişti. Peyami Safa babası vefat ettiğinde henüz iki yaşındaydı.

“İki yaşımda iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa bir fasılayla hem kocasını hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran ‘bir facia beklemek’ vehmi ve yaklaşan her ayak sesinde tehlike sezmek korkusu böyle bir başlangıcın neticesidir. “

Bir facia beklemek vehmini ömrünün sonuna dek bir doğum lekesi gibi taşıyacak olan Peyami 2 Nisan 1899 yılında doğmuş ve Tevfik Fikret adını koymuştu Peyami babasının sesini, gülümseyişini, sinirlenişini, düşüncelerini başka başka insanların hatıralarından derledi ve anılarını biriktirdiği torbayı elinden hiç bırakmadı. Peyami, babasını tanımadan seven bir oğuldur. Babası gibi o da ölene dek II. Abdülhamit’ten nefret edecektir. Bu nefret bir vasiyeti devri almaktan başka bir şeye benziyor. “Gülüşün babana ne kadar çok benziyor,” cümlesini duyamayacak bir çocuğa “Nefretin babana ne kadar çok benziyor,” cümlesinin hediye edilmesine benziyor belki yanılıyorum kim bilir belki de yanılmıyorum.

Yetim çocuklardaki o çabucak olgunlaşma hâli Peyami’ye de pençesini attı. Henüz altı-yedi yaşlarındayken çocukluğun içeriye giremeyeceği tartışma odaları kuruldu zihninde. “Ben dünyaya gelmeseydim ne olurdu? Bu dünya hiç olmasaydı ne olurdu?” gibi sorular bu odalarda dolaştı. Onu büyüklerin dünyasına iteleyen ikinci şey ise hastalık oldu. Yazar henüz dokuz yaşındayken sağ kolunda bir mafsal iltihabı başladı. On yedi yaşına dek kendini doktorların, hastabakıcıların, ilaçların, ölüm kokusu sinmiş hastane duvarlarının, sürekli değişen sargı bezlerinin, tıp kitaplarının, iltihapların içinde buldu.

Peyami, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu isimli romanında hastalıkla geçen çocukluk ve ilk gençliğini anlatır. Yazar, bu hastalıktan -hem fiziksel hem de psikolojik yönde- romanında bahsettiği kadar zarar görür. Onun bu hastalığı sadece kendisinin değil, ailesinin de hayatını sarsar. Peyami’nin mektep ve mahalle arkadaşı Elif Naci o günleri şöyle anlatıyor;

“Yedi yıl kolunda dinmeyen bir ağrı, ilerleyen bir yara… Doktorların koydukları teşhis: Sağ kol mafsalında arthrite tüberculede… İlaç kokularıyla bana gelir dertleşirdi. Bütün tıp deyimleriyle hastalığını, hoyrat doktorların o güne dek ne dediklerini en ince ayrıntılarıyla anlatırdı; karşılıklı ağlaşırdık sabahlara kadar.”[1]

Babasız bir çocukluk, fakirlik, yıllarca boynuna asılmış bir kolla dolaşmak ruh dünyası geniş bir çocuğu iyi bir yazara gebe bırakacak tohumlardı. Zamanı geldiğinde sancılarla doğan bir bebek gibi sancılar içinde yazılar yazan bir adam olacaktı.

Zaman Peyami’nin kişiliğini telâşsızca ördü. Şimdi ellerinize neşterleri vererek sizi onun kişiliğinin olduğu masaya götürmeyeceğim. Bunu asla yapmam. Çünkü onu bilimsel metotlarla formüle etmemiz mümkün değil. Şöyle diyebiliriz belki; Peyami bir suydu. Yağan, buharlaşan, dudakları ferahlatan.

Onu zamanın bir köşesinde henüz on üç yaşında para kazanmaya uğraşırken görebiliyorsunuz, başka bir köşesinde bohem hayatı içinde adına “Beyza Hanım” dedikleri uyuşturucuyu kullanırken buluyorsunuz, bir ara aktörlük hevesine kapılmış bir hâlde tiyatro salonlarının içinde karşılaşıyorsunuz, başka bir zaman çok güzel resimler yaptığına şahit oluyoruz. Bir bakıyorsunuz Server Bedi takma ismiyle edebi kaygıdan uzak para kazanmak amacıyla romanlar yazıyor, başka bir zaman aktif siyasetin içinde yer almış, sonra hastalıklarıyla uğraşan fakirliğiyle didişen bir adam görüyorsunuz, bir ara Kemalist milliyetçi oluyor, sonra faşizme yöneliyor, bir bakıyorsunuz ılımlı bir kültür milliyetçiliği gelmiş konmuş göğsüne…

“Siyasi haritaların büyük ölçüde değiştiği Birinci Dünya Savaşı yıllarını çocuk yaşta, fakat yaşının çok üzerinde bir şuur uyanıklığı içinde, ayakta kalmak için inanılmaz bir kavga vererek yaşayan Peyami Safa, bir gazeteci yazar olarak, Mütareke, dolayısıyla Milli Mücadele yıllarının yakın şahitlerinden biridir… Gözlerini dünyaya bir cihan devleti olarak açmış ve olgunluk dönemine, büyük savaş sonunda paramparça olan imparatorluğun küllerinden doğan, yeni kendi iç meselelerine gömülmüş ve dünya siyasetinin dışında bırakılmış küçük bir devletin vatandaşı olarak girmiştir. Peyami Safa bunun için, tarihin: kendi nesline, yirmi asırda Türk milletine vermediği dersleri verdiğini söyler.”[2]

Belki de onun kişiliğine en çok baharatı tarih atmıştır.

Peyami’nin hayatına aşk ilk ne zaman nefesini üflüyor? Bilmiyorum. Onun bir kadına değil, birçok kadına âşık olduğuna inanıyorum. Sevmeden ölen bir Peyami yalanına benden önce karşı çıkacak çok kadın var: Romanlarındaki kahramanlar. Sevmeyen erkek kadınları böyle kaleme alabilir ki?

Burada onun kadınlarından sadece birinin, üzerindeki tozları silkeleyeceğiz. “Bir Tereddütün Romanı’nda Mualla ‘Bir Adamın Hayatı’ adlı romanı okuduktan sonra, yazarını, bir arkadaşı vasıtasıyla tanır. Bu tanışma sırasında Mualla’yı beğenen muharrir, daha sonra ona evlenme teklifinde bulunacaktır. Mualla bu teklife olumlu veya olumsuz bir cevap vermez, düşünmek için süre ister. Aynı romanda muharririn Vildan’la ilişkisi de ilginçtir. Pirandello’nun Çıplakları Giydirmek adlı oyununu tercüme ettiğini söyleyen Vildan, bu eserin Türkiye’de basılması ve oynanması için muharrirden yardım ister.

Peyami Safa’nın Nebahat Safa ile tanışması, şaşırtıcı bir biçimde Bir Tereddüttün Romanı’ndaki bu tasavvurlara benzemektedir.”[3]

Yıl 1937, Peyami Safa Cumhuriyet Gazetesi’ndeki odasında çalışıyor. Birazdan içeriye girecek kadının, hayatının geri kalan kısmını birlikte geçireceği kadın olacağından haberi yok. Kapı vuruluyor. Bu ana yakından bakın. Biri kapının ardında, diğeri içeride iki insan. Kadın içeriye girmeden üstünü başını kontrol ediyor, erkek içeride duyduğu kapı sesi yüzünden başını masanın üzerindeki kağıtlardan kaldırıyor. Şimdi…

Nebahat üzerine beyaz rop giymiş, siyah saçlarıyla süslediği buğday teni o gün ışıl ışıl. Otuz yaşlarında gösteriyor, biraz topluca. Peyami onu buyur ediyor ve konuşma başlıyor. Kadın kendini tanıtıyor, oraya tefrika edilmesi için çevirdiği bir hikâyeyi getirmiş vs.

Siz yukarıda yazılanlarda büyülü bir şey bulabildiniz mi? Elbette bulamadınız. Çünkü büyülü bir şey yok. Ama Peyami bu kadınla evlenmeye karar veriyor. Güzelliğinden ötürü mü konuşmasındaki zarafetten mi içine aniden doğan bir histen mi? Nereden bilebiliriz ki? Peyami, Nebahat Hanım’ın gazeteye geldiği iki yahut üçüncü görüşmesinde evlenme teklifini ediyor Nebahat Hanım düşünmek için bir ay mühlet istiyor ve bir ay sonra çalan telefonun ahizesini kaldırdığında Peyami teklifinin kabul edildiğini öğreniyor. Aynı gün buluşuyorlar. Beyazıt’ta Emin Efendi Lokantası’nda karşılıklı yemek yiyorlar. Muhtemelen oldukça neşeli geçiyor yemek. Âşık çiftleri bir zırh gibi kuşatan ve kendilerinden başka herkese abartılı gelen o mutluluk haliyle donatılmış. Şimdi hava onlar için güzel, insanlar onlar için sevimli, yaşamak onlar için tatlı… Yemeğin ardından bir kuyumcuya gidip sade bir çift alyans alıyorlar. Nebahat ’in aklına bir fikir geliyor. Hadi, Eyüp Sultan’a gidip orada birbirlerinin parmaklarına taksınlar yüzükleri… Ne güzel hemen gidiyorlar Eyüp’e, yüzükler takılıyor ve iki insanın geleceğini mahvedecek birliktelik işte burada başlıyor.

O gün akşam yemeği Nebahat Hanım’ın evinde yeniliyor. Sayın damat adayı aileye takdim ediliyor. Gece, yazarımız evde yatıya kalıyor ve ertesi gün iki parça eşyasını toplayıp bu evde kendisine ayrılan odaya taşınıyor. Ne çabuk değil mi? Çabucak atlanılan kuyuların içinden, ne yazık ki insan aynı çabuklukla sıçrayıp çıkamaz.

Peyami’nin isteği pek çok erkeğin sahip olduğu bir yuvaydı. Romanlarda yaşanan, tuvallere yansıyan, isimleri dudaktan dudağa seyahat eden o büyük aşklarda gözü yoktu. Ama o “ortalama yuvaya” da sahip olamadı. Yazar mutsuzluğunu Nebahat’la evlenmeden önce öğrendi; bir akşam vakti, eşinin evindeki kütüphaneden bir kitabı çekip, öylesine bir sayfayı açtığında karşılaşmıştı geleceğiyle. Kitabın arasında reçeteler vardı. Peyami’nin tıp bilgisi baktığı reçeteden çirkince gülümsedi. Nebahat’ın adına hazırlanan reçetelerdeki ilaçlar sinir hastaları içindi. ‘Bir facia beklemek’ vehmi gelip Peyami’nin önündeki koltuğa oturdu. Karşısındaki düşünceli adama inat gülümsüyordu.

Gözlerini Peyami’nin gözlerine dikti ve şöyle dedi: Onunla evlenme… Peyami o gün karşısındaki koltuğa bakarak neler düşündü, neler hissetti, ne kararlar verdi, hangi kararlarından geri döndü bilmiyorum. Ayağa kalktığında zihnindeki düşünce şuydu: “Büyük ümitlerle evliliğe hazırlanan genç kızı hayal kırıklığına uğratmayan gönlü(m) razı olmaz.”[4] Ve nişandan iki ay sonra Peyami Safa Ayşe Nebahat hanımla evlendi. Düğün günü takvime bakanlar şu tarihi gördü: 10 Mayıs 1937

Nebahattin zaten bozuk olan asabı “uçarı-kaçarı” bir tabiata sahip eşini eve bağlamaya çalışmakla iyice yıprandı. Kocasını sevimli sözler, kadınsı oyunlar yerine muhtemelen bağırıp çağırmayla, yakın takibe almakla evine bağlamaya çalışan Nebahat’in eline koca bir boşluk geçti. Peyami ise evlenmesine rağmen başka kadınlarla görüştü. Nebahat sevdiği adamı tanımadığı kadınlarla paylaştı. “Peyami Safa’nın yıllar süren bir yalnızlık ve bohem hayatı alışkanlıklarının ardından girdiği evlilik disiplininin pek yadırgamadı, mazbut bir aile hayatı yaşamak için özel bir gayret sarf ettiğini sanıyoruz. Büyük zevklerinden biri akşam yemeğinde evindeki sofrada bulunmaktır…Vecdi Bürün bunu babasız büyümüş olmasına bağlayarak ‘Eşine, annesinin oğluna kendisinin eşsiz ve babası sofra ıstırabını yaşatmak istemiyordu’ diyor.”[5]

Yazar, çocukluğunda yaşayamadığı aile birlikteliğini her ne kadar evliliğinde yaşamak istese de bunu başaramadı belki Nebahat Hanım’ın tavırları belki de “uçarı-kaçarı” tabiatı buna mâni oldu. Bir erkeğin akşam yemeklerinde sofrada oturması aile olmaya yetmiyordu. Nebahat daha fazlasını istiyor, Peyami ise buna yanaşmıyordu. Ve Nebahat Hanım gergin evliliklerinin üzerine bir hastalık yaygısı serdi.  Felç oldu ve hayatının geri kalanını tekerlekli iskemlede geçirdi. Yapılan tüm muayenelerde felç için organik bir sebep bulunamadı.

Peyami karısının tedavisi için her yola başvurdu. Hatta kitaplarının tüm haklarını yayıncısı Gabris Fikri’ye yok pahasına satıp aldığı parayla önce Fransa’ya ardından da Almanya’ya gitti. Fakat buradaki muayene sonuçları da Türkiye’dekilerin aynıydı. Nebahat ‘in yürümesi için fiziki hiçbir engel yoktu. Felç tamamen psiko-noörotikti. Nebahat kocasını evde tutmak için yürümüyordu. Nebahat ‘in bitmeyen hastalıkları, edilen kavgalar, ağlamalar, sinir krizleri, tehditler, kapıya vurup gitmeler… Bence bunların hepsi yaşandı. Şahitlik edecek kimse yok ama ben bunların yaşandığına eminim. Peyami’nin mutsuz bir adam olduğuna eminim. 

“Yazık ki zaten asabi bir kadın olan Nebahat Hanım sürekli hırçınlaşmış zamanla hiç durmadan söylenen ve halinden şikayet eden huysuz bir kadın olmuştur. Ayhan Songar, Peyami safa’nın ölümünden bir gün önce ziyaretine gittiğini sohbet sırasında bir ara ‘Yarın akşam karşıya gideceğim bir dostum da kalacağım.’ deyince nereye gideceğini hemen anlayan Nebahat Hanım’ın içeriden ‘Git, inşallah cenazen gelir.’ dediğine bizzat şahit olmuştur.”[6]

“Kimi düşünüyorsunuz

sizi

ben kimim

hayal-i muhal”

Bu mısralar bir fotoğrafın arkasına yazılmış Peyami’nin 19 yaşında çektirdiği bir fotoğrafın arkasına. Yazar fotoğrafta bir ağaca yaslanmış düşünüyor. Kimi mi? Hayal-i muhali yani gerçekleşmesi mümkün olmayan hayali. Hayatında pek çok hayali gerçekleştiren yazarın bu cümlesine ben evlilik hayatı adına el koydum.

Hayali muhal: huzur


[1] Ayvazoğlu, Beşir: Peyami, Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı, Ötüken Yayınları, syf: 50

[2] A.g.e, syf: 89

[3] A.g.e,syf: 283

[4] A.g.e, syf:292

[5] A.g.e, syf: 292

[6] A.g.e, syf: 292

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek