Çileli hayatı, kitapları ve senaryolarından çok daha fazlasıdır Ayşe Şasa. Ona dair tek bir cümle söylenecek olsa: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özetidir aslında onun hikâyesi. Ayşegül Uyar, Yeşilçam’da sayısız filmde imzası olan Ayşe Şasa’nın hakikat yolculuğunu filmleri üzerinden inceledi. Keyifli okumalar dileriz…
Merhume Ayşe Şasa Hanımefendinin vefatının üzerinden yedi yıl geçti . “Aşırı iletişimsiz bir dünyada büyüdüm” diyen Şasa; beyazperdeyi milyonlarca insanla iletişim kurmak için bir yol olarak seçtiğini söylüyordu. Vefatıyla beraber gördük ki, onun iyi dostlar antolojisi bildiğimizden de kabarıkmış. Şasa yalnız sinemaya değil telefona da çocukluğunun tüm kasvetli ve yalnız günlerini unutmak istercesine sarılmış. Ona dair konuşan pek çok kişi gibi benim de bir hikâyem var bize dair lakin bence mevzu bu olmamalı.
Ayşe Şasa gibi yıllarını Türk sinemasına ayırmış, bir kuram üzerine kafa yormuş, işin pratiği kadar teorik kısmına da hâkim birinin ardından kurduğumuz cümlelerin onun sinemamıza katkısından ziyade onunla yollarımızın nasıl kesiştiğine dair olması ve geçen zaman içinde bu çerçevenin dışına birkaç istisna dışında çıkamamış olmamız üzücü. Şizofreni ve ömrünün acı dolu yönünden bahsetmişiz çoğunlukla. Bu bile Ayşe Hanım’ın yaşadığı yalnızlığın sebebini ortaya koymakta diye düşünüyorum. Şüphesiz ki yetmiş küsur yıllık ömrünün elli yılını verdiği sinema hayatı onun “Acıların Kadını” başlığından çok daha fazlasının hak ettiğinin en bariz göstergesidir.
Bu sebeple ben vefatının sene-i devriyesi sebebiyle kaleme aldığım bu yazıda Ayşe Şasa’nın çektiği acılardan ve çileli yolculuğundan başka bir tarafa işaret ederek, onun sinemada yaptıkları ve yapmak istediklerinden bahis açmak istiyorum. Mesela Ah Güzel İstanbul’dan, Balatlı Arif‘ten Gramofon Avrat‘tan yahut Cemo‘dan bahis açabiliriz.
1941 yılında doğan Ayşe Hanım’ın hayatına kronolojik olarak bakacak olursak 1963 yılında Çapkın Kız filminin senaryosunu yazarak sinema dünyasına adım attığını söyleyebiliriz. “Hayat hikâyemi bir çizgiye indirgeyecek olursam hep bir arayışın hakikat arayışının özeti olduğunun söyleyebilirim.” diyordu kendisi. Hiç şüphesiz onun sinemaya adadığı elli yılı bu arayışının perdeye yansımış halidir.
1963’den 2008’e kadar 31 sinema filminin senaryosunu yazmış olan Şasa sineması, çoklukla Memduh Ün, Bülent Oran ve Atıf Yılmaz ile bir anılır. Şasa’yı tanımak onun nezdinde Türk sinemasının bir dönemini, yani Halit Refiğ‘in başını çektiği “ulusal sinema akımını”da tanımamızı sağlar bu yönüyle. Şasa, çeşitli nedenlere senaryosunu yazmak zorunda kaldığı ya da senaryosu yazıldıktan sonra kendi isteği dışında değişikliklerin yapıldığı senaryoların kendi imzası ile yayınlanmasını istemez. Ayşe Hanım’ın katkı sağladığı halde isminin yazılmasını istemediği filmleri yahut senaryosunu yazdığı Utanç filmi sonunda rahatsızlığının iyiden iyiye artması gibi olaylar, hep bu arayışının birer tezahürüdür. Gerçi o kendisinden bir senarist olarak bahsedilmesini istemezdi ve kitaplarıyla yazılarını senaryolarına öncelerdi. Buna rağmen onun filmleri bir izlek olarak da incelenmeye değerdir.
AİLEYE TEPKİ: SİNEMA
Şasa; ailesinin ve çevresinin basit, bayağı ve alt kültüre ait gördüğü sinemaya bir tepki olarak girmiştir diyebiliriz. Onun sinema hayatını Yeşilçam sineması ve İrfân sineması olarak ikiye ayırabiliriz. Bunlardan ilkinde Şasa yoğun bir biçimde senaryo yazarken “Senaryolarını bir sinema dili teorisyeni hassasiyeti ile yazar ancak aradığı dile ulaşamaz. Şasa’nın senaryo yazmayı neredeyse bıraktığı daha çok ustalık dönemini kapsayan yıllarda ise İrfâni sinema üzerine kaleme aldığı yazılar dikkat çeker.” (Meltem İşler Sevindi “Senaryolarıyla Ayşe Şasa”, Hayret Perdesini Temaşâ , haz: Serdar Arslan, s:107.)
Sinemaya dair Dergâh dergisinde yazdığı yazıları Şasa’da İrfâni sinema diyebileceğimiz döneminin ürünleridir. Bu yazılar aktif bir şekilde sinemanın içinde bulunmasa da sinemayla irtibatını hepten kesmediğini, en azından mutfak kısmından vazgeçemediğini göstermektedir. Ayşe Hanım’ın sinemasındaki bu ikinci dönemde kendi imkânlarını tanıyan ferdin toplum için çabası göze çarpar. Yeşilçam sinemasındaki ticari kaygı burada ortadan kalkmış, endişeler yok olmuştur artık.
1963- 1981 yılları arasındaki dönem Ayşe Şasa’nın en çok senaryo yazdığı Yeşilçam dönemidir. Sonradan bir röportajında “Kalıplar, şablonlarla bayağı bir sinema” dediği dönemdir, bu dönem. Buna rağmen kendinden izler bırakır yazdığı senaryolarda. Bunda Kemal Tahir‘le tanışması ve onun sanatın gelenekle iç içe olması gerektiğine dair düşünce ve sözlerinin etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Mesela bir seferinde “Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz. Yolunu ona göre seç.” demiştir Kemal Tahir. Onun buna benzer sözleri Şasa’nın önceleri ailesine bir tepki olarak sonraları ise maddi imkansızlıklar sebebiyle dört elle sarıldığı sinema hakkında daha derinlikli düşünmesine ortam hazırlamıştır.
BENİM MUTLU EDEN FİLMLERİM DEĞİL, KİTAPLARIM
Nitekim ilerleyen yıllarda Ayşe Şasa bir geleneğe yaslanmayan sanatın ilerlemeyeceğini söyleyecektir. Özellikle 1966 sonrasında bize dair bir dil oluşturmak için geleneksel sanatların yapısını sinema diline bilinçli olarak tahvil ettiklerini Ah Güzel İstanbul, Yedi Kocalı Hürmüz, Köroğlu gibi filmlerde Atıf Yılmaz’la beraber bunu ilk kez kendisinin yaptığını kaydedecektir. (Meltem İşler Sevindi “Senaryolarıyla Ayşe Şasa”, Hayret Perdesini Temaşâ , haz: Serdar Arslan, s:108.)
1981 yılına kadar yazdığı senaryolarda Kemal Tahir’in de işaretiyle sanat ve gelenek bağını kurmaya çalışır ama aradığını tam olarak bulamaz. Tabiri caizse eksik bir parça vardır. Bu, ne olduğunu kestiremediği eksiklik ilerleyen yıllarda Şasa’nın “Beni mutlu eden filmlerim değil kitaplarım” demesine sebep olacak eksikliktir. (Beni Mutlu Eden Filmlerim Değil Kitaplarım, röp: Zeynep Ural, Karabatak dergisi, sayı:2, 2012.)
Ayşe Hanım’ın 18 yıl süren sancılı dönemi sonunda tanıştığı Füsusu’l-Hikem bedeni kadar ruhuna da şifa olmuş, yıllardır aradığı hakikatin eşiğine bırakmıştır onu. Füsus ile tanışınca Kemal Tahir’in tarif ettiği gelenek bağının tek kanatlı bir kuş olduğunu fark edecektir. Bizim coğrafyamızın Batı gibi dram ve trajediye değil epik ve lirik bir dile sahip olması gerektiğine kanaat eder. Böylece Şasa sinemasının eksik kanadı olan irfan bulunur.
ARAYIŞIN İZİNDE
Ayşe Şasa, sinemasında bir yandan burjuvazinin içine düştüğü trajikomik duruma göndermeler varken öte yandan büyük kitlelerle temsil edilen halkın yaşadığı sıkıntılar, imkânsızlıklar, alt gelir grubu olarak görülen halkın kimi imrenerek kimi hırsla burjuvaya özenmesi, tüm bunların içinde sürüp giden mahalle hayatı hâkimdir. Asfaltlı yollarla varılan apartman binaları ruhsuz ve boğucu iken çamurlu yollarla çevrili kenar mahallelerde samimiyet, saflık ve kardeşlik vardır. Hem de zenginleşme uğruna kaybedilemeyecek bir saflık… Balatlı Arif’te zengin kızı Çiğdem’in Arif’te vurulduğu şey de bu saflık değil midir zaten?
Balatlı Arif, Ah Güzel İstanbul, Gramofon Avrat gibi filmlerde örf ve adetler, milli değerler, mahalle kültürü ön plandadır. Şasa’nın Kemal Tahir’le tanışıp onunla kalbi bir bağ kurduğu zamanların meyvesi olan, yerli ve milli olanın önemsendiği, Batı’ya duyulan özentinin basit ve komik birer taklitten öteye geçemediğini göstermek istediği filmlerdir bunlar aynı zamanda. Balatlı Arif’te Çiğdem’in babasında Ayşe Şasa belki de kendi babasını görmek istemiştir. Annenin Batılı olma heveslerine “Bir dur hanım!” diyebilecek bir baba motifi vardır orada. Ah Güzel İstanbul’da ise kirlenmeye başlamış ama eski ihtişam ve güzelliğini de hepten yitirmemiş olan İstanbul bir ümit olarak boy vermektedir. Evet, yüzümüzü batıya dönmüş olabiliriz ama batıya gide gide doğuyu bulamaz mıyız?
Ah Güzel İstanbul’da Haşmet’in “Zavallı çocuk, cahil kafacığını çürük ümitlerle doldurmuşlar. Eee n’aparsın? Aşağılık mecmualar, kötü filmler, pis efsaneler… Aaaah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan bunca aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?” ve Balatlı Arif’in “Allah fukara kısmından sabrı esirgemesin Hamza. Yük çekmenin birinci şartı yanına yörene bakmayacaksın. Baktın mı aklın şaşar. Bizim sabır beygir gözlüğüne benzer. Biz çilekeş kısmı gözlüğü katiyen çıkarmayacağız.”sözleri ile kendinin gösterir Şasa’nın kalemi. İmrenilerek bakılan bir hayatın içinden çıkıp fakirlik ve yoksulluğu kusursuzca anlatır böylece.
SİNEMADA KARŞILIK BULAN CÜMLELER
Elbette dönem filmlerinde var olan zengin kız – fakir olan, fakir kız – zengin oğlan onun senaryolarında da bulunur. Kulüpler, partiler, lüks apartman daireleri onda da vardır. Fakat onun senaryolarında hep kendine dönük bir bilinç, kendini özünü bulan bir karakter de bulunur. Bir konuşmamızda “Allah insanın ümidine nazar eder, ümid et kızım” diyen Şasa’nın filmlerinde ümidin izleri de mutlaka okunur. Ne Balatlı Arif’in Arifi kayıp gider ne Ah Güzel İstanbul’un Ayşe’si.
Ayşe Şasa bir karşılık beklemese de çilesini çekerek bedelini ödeyerek kurduğu cümleler karşılık bulmuştur bu milletin sinesinde. Yusuf Kaplan‘ın tarifi ile paltosundan İhsan Kabiller, Enver Gülşenler, Yusuf Kaplanlar çıkaran hakiki bir münevver oldu o. Bugün Türkiye’de yıllarca küs kaldığımız sinemada var olmaktan bahis açabiliyor, perdede Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim gibi isimleri izleyebiliyorsak bunda onun payı vardır diyebiliriz. Çünkü o İslami bir sinema nasıl olmalı diyenlere “İslam’ı yaşayın” cevabını veriyordu. Onun hakikate yaslanan soluğunun, uzun yıllar kulaklarımızı dolduracak bir çağrıya dönüşmesi de bundandır ancak…
Not: Bu yazı Ayşe Şasa’nın “arayışımın filmleri” dediği Balatlı Arif ve Ah Güzel İstanbul temel alınarak hazırlanmıştır.