Exlibris, kitapseverlerin kitaplarıyla aralarında bağı kuvvetlendiren bir nevi tapudur dersek yanlış olmaz. Kitapların iç kapaklarına basılan bu mühürde hem kitap sahibinin adı, hem ilgi alanını yansıtacak küçük bir resim vardır.
Elif S. Çağlıyan, Ketebe Yayınlarından geçtiğimiz yıl çıkan ve exlibris adıyla paylaşılan dört kitaplık seriden Edebiyat Dersleri- Okur Anlatı Kitabını okuyup görüşlerini Netyazı için kaleme aldı.
“Kısa bir an önce tesadüfen aynı kitaptan büyülenmiş olan iki okur buluştuğunda kucaklaşırlar. Bu olay nadiren görülür.” Peter BİCHSEL
Peter Bichsel, Frankfurt’un Goethe Üniversitesinde açılan konuk kürsüsünde seksenli yıllarda birtakım edebiyat dersleri verdi. Daha sonradan Frankfurt Dersleri diye kitaplaştırılan bu anlatı, Türkçe ’ye Ahmet Sarı ve Şahbender Çoraklı’ nın çevirileriyle Ketebe Yayınları tarafından kazandırıldı. Yıllarca kim bilir nerelerde dönüp dolaşmış, hakkında yazılıp konuşulmuş eser, benim elime ulaştığında tam da Bichsel’ in anlattığı gibi oldu. Arkadaşlarımızla bu kitabı okuduğumuzda heyecanla dışarı koşup kucaklaşmamıza engel sadece mesafelerdi. Hakkında yazma isteğimse tamamen, bu kitabı okumuş ama etrafında anlatacak kimse bulamayıp Bichsel’ in deyimiyle “kitabın yalnızı” olmuş bir başka okurla kucaklaşma isteğimden kaynaklandı.
Edebiyat dersleri, beş ana başlıktan oluşuyor. Çevirmenin ‘sevimli bir yıkıcı’ olarak tarif ettiği Bichsel, daha ilk dersinde okurun klasik edebiyat dersi beklentisini yıkıyor. “Dersimiz edebiyat, konumuz hikâye” diye başlamak yerine “Size edebiyat üzerine hikâyeler anlatacağım.” Diyor. Gözümde bastonuna yaslanmış, kırk yıldır giydiği söylenilen siyah deri yeleğiyle, bir hikâye anlatıcısı beliriyor. Bichsel’ in eserlerini İngilizceye çeviren Madelenia Larue da onun yanında geçirdiği zamanları “Büyükbabanın ayaklarının dibinde hikâyeler dinleyen mutlu çocuklar gibiydik, tamamen büyülendik. Sadece bir hikâye daha duyana kadar yatağa gitmeye son derece isteksizdik.” diye tarif ediyor.
İlk dersine, kendi deyişiyle hikâyesine “Edebiyat her zaman, edebiyat üzerine edebiyattır. Bir hikâye de her zaman, bir hikâye hakkında hikâyedir.” Diye başlıyor. Edebiyat tarihçilerinin, edebiyatı dar kalıplara, tanımlara, çeşitli zamanlara sığdırmaya çalışmasından yakınıyor. Edebiyatın ve hikâyenin zaten hep var olduğunu, yazmanın da bir hikâye anlatma şekli olduğunu söylüyor. Hikâyeler hep varsa acaba Havva annemiz de çocuklarına cennet hikâyeleri anlatıyor muydu? Kabil’in içini kemiren, dinlediği cennet anlatılarının başrolüne iyi karakterli olan Habil’in yerleşeceği korkusu muydu? Yine Kabil’in kardeşini gömmek için bir karga hikâyesine neden ihtiyacı oldu? Bu gibi örnekleri düşününce Bichsel’ e katılmadan edemiyorum.
Toplumun edebiyata değil, yazara ihtiyacı vardı. Yazardan beklenen de sanıldığı gibi gerçeği anlatması değildi. Ondan hikâyeler üzerine hikâye anlatması istendi. Bichsel gerçeği anlatmanın imkânsız olduğunu söylüyor. Şunu anlıyoruz ki “Size gerçekleri anlatacağım.” diyen bir yazar “Size hiç çıkılmamış bir dağ göstereceğim” diyen bir sahtekârdır. “Her şey başka bir şeyin taklididir; gerçekse taklit edilemez.” diyen Bichsel burada “Sanat hayatı taklit etmez. Hayat sanatı Taklit eder” diyen Oscar Wilde’ a katılıyor. Bu bağlamda Bichsel’ in orijinal yaşantıları ele aldığını söyleyen bir edebiyatı “değersiz edebiyat” olarak tanımladığını görüyoruz. Değersiz edebiyat deyince aklımıza ilk olarak edebi derinlikten yoksun, kalitesiz romanlar gelse de yazarın tasnifindeki değersizlik kavramının ‘insancıl olmama’ ile ilgili olduğunu çok geçmeden görüyoruz. Bichsel’ in bakış açısına göre bir yazar, yayıncı ya da başka bir kimse “Size orijinal gerçek bir yaşam sunuyoruz.” demek yerine “ Size orijinal yaşamlar kurguluyoruz” demelidir. Aksi takdirde ulaşılamayan, yasal olmayan bir yaşantıya istek uyandırılmış olur. Bu da birçok problemi beraberinde getirir. İlk başlarda kurgu zannedilen, sonradan her nasılsa yazarın itirafları olduğu anlaşılan ‘Genç Werter’ in Acıları’ kitabı bu konuda en bariz örneklerden biridir. Özellikle yazıldığı dönemde, karşılıksız aşka tutulan birçok genç, tıpkı Werter gibi intiharı seçmiştir. Ama gerçek bir edebiyat insana birçok imkân sunar. Orada alternatif umutlar vardır. Bichsel edebiyatı; istersek katılabileceğimiz, istersek de bunu yapmayacağımız bir oyun olarak tarif ediyor. Ortaya attığı bu tez beni hem şaşırtıyor hem de mutlu ediyor. Doğrusu şimdiye kadar ‘gerçek yaşam öyküsü’ diye bize sunulan dizi, filmlerin toplumda oluşturduğu hasarı Bichsel kadar güzel temellendiren görmedim.
İsviçreli yazarın üzerinde durduğu bir diğer konu da “ Edebiyatın amacı ” meselesidir. Bichsel Edebiyatın amacının ‘anlatım’ olduğunu ‘içerik’ olmadığını, ancak bu amaçla yazılırsa şiir ve hikâyelerin oluşabileceğini savunuyor. Aksi takdirde Nazi Almanya’sında ve dünyada yaşanan bunca felaketlerin arasında, şiir ve hikâye anlatmanın/yazmanın sorumsuzluk olarak addedileceğini söylüyor. Edebiyattan sadece toplumsal sorumlulukları hatırlatan ya da buna hizmet eden içerikler üretmesini beklemek yerine insanın hikâye anlatma ihtiyacının nereden kaynaklandığını kendimize sormamızı istiyor. Bichsel’ in hikâyenin içeriğinden daha çok, hikâye anlatma olgusuyla ilgilendiğini görüyoruz. İnsan neden hikâye anlatır? Bir içeriği başkasına aktarmak için mi? Yaşamak için gerekli malzemeler listesi yapılsa hikâyeler kaçıncı sırada yer alır? Bichsel’ e sorsan hikâyeyi içerik taşımak için anlatmayız. İçerikler hikâyeyi taşıyan unsurlardır. Hikâyeyi bir uçan halı olarak hayal edersek. Bu uçan halı/hikâye, üzerinde içerik yani çeşitli olaylar taşımak için vardır diyemeyiz. Önemli olan halının uçmasıdır. Hikâye anlatıcısı da sayısız hikâyeyi üzerinde taşıyan zamanla uğraşan, uçup giden zamanı idare etmeye çalışan kişidir. Zamanın sonluluğu anlatıcıyı aciz bırakır. O da içerik dediğimiz olaylara yapay bir zaman verir. Anlatarak insan hayatını beş dakikaya sığdırır. İnsan ancak bu şekilde sonluluğu kabullenir ve bu duyguyla baş edebilir.
Bichsel ikinci dersi olan “okumak” başlığında da “Okurken başka kalitelere ait hayatlara sahiptim. Kim okumayı sadece karşı bir dünya olarak algılarsa gerçek bir okur olabilir” demesi, Bichsel’ in hayatla baş etme yollarından birisinin de okumak olduğunu gösteriyor. Bu konuda okurların Bichsel’ le hemfikir olduğu kanaatindeyim. Hatta Umberto Eco da Bichsel’i destekler nitelikte şöyle söylüyor: “Benim yaşımda ölen kör cahil ve kitap okumayan biri yalnızca tek bir hayat yaşamıştır. Oysa ben Napolyon’ un, Sezar’ın, D’Artagnan’ ın hayatlarını da yaşadım. Bu azımsanacak bir ayrıcalık değildir.”
Bichsel okumak dersinde: “Yazar biyografileri gibi aynı bakış açısıyla yazılmış, okur biyografileri olsa.” Şeklinde harika bir öneride bulunuyor. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Çünkü öyle okurlar tanıyorum ki düzinelerce kitap yazmış yazarlardan çok daha zengin dünyalara sahipler. Bichsel’ in bahsettiği “Okuyamayacaksam ölmenin ne anlamı var” diyerek intihardan vazgeçen o kadın gibi. Bichsel’ in yazarla okuru yakınlaştıran bu sıcak yaklaşımı insanı cesaretlendiriyor. Hatta bir röportajında gerçek okurları, ‘buldukları her şeyi okuyan küçük bir mezhep’ olarak gördüğünü söylüyor. Siz de kendinizi bu mezhepten hissediyorsanız bu dersten de kendinize çok paylar çıkaracaksınız.
Üçüncü ders olan “Nasıl başlamalı, içerikler üzerine” kısmında Bichsel, yazarla okur arasında kurulan bağdan, okurun anlam arayışından bahsediyor. Bichsel basit hikâyelerde, görünenin dışında anlamlar arayıp, sonunda payına koca bir anlamsızlık düşen okurlara Goethe’nin “Hissetmiyorsanız, size düşen payı alamazsınız.” Sözüyle karşılık veriyor. Bunun yanında gerçekten anlaşılması zor kitapların da olduğu aşikâr. Bu kitaplar da ancak anlaşılır olmayışları görmezden gelindiği zaman anlam kazanıyor. Bunu en iyi, bilmedikleri dillerde şarkılar dinlerken mutluluk duyanların anlayacağını düşünüyorum. Bichsel’ in bu derste içerik ve anlam arayışı üzerine Goethe’nin Wilhelm Meister’ in Gezi Yazıları’ nın başlangıcı ile Henrick Heine’ ın Lutetia adlı eserinin ön sözünü alıntılayarak yaptığı enfes çıkarımlar var ki gerçekten okunmaya değer.
Bichsel “Joyce Mesela” başlıklı dördüncü dersindeyse önce “Neden yazıyorum?”, “Nasıl yazıyorum?” sorularına cevap vermeyi planlıyor. Ders gününün, James Joyce ’un doğum gününe denk geldiğini fark edince, yıllar önce Joyce’ a yaptığı tesadüfi mezarlık ziyaretini hatırlıyor. Soruyu değiştirerek, kendisine Joyce’ dan bahsetme fırsatı verecek olan başka bir soru yöneltiyor. “Yazı yazmak için kendinizi nasıl kandırıyorsunuz?” Ardından Joyce üzerinden meseleyi ele alıyor. Onun yıllarca yazıp da başarısızlığa uğramasından kaynaklanan zayıflık duygusuyla baş etmek için kendisine bir motivasyon malzemesi aradığından bahsediyor. Ve duygularını açıkça yazmaktaki yeteneksizliğini, kendini güçlü hissettiği öykülerde anlatarak aşıyor. Esasen pek de hoşlanmadığını itiraf ettiği vahşi batı edebiyatı Joyce’ a öykülerini, düşüncelerini anlatabileceği bir kaçış kapısı oluyor. Belki de o yüzden Joyce kendi dönemi dâhil günümüzde dahi tam anlamıyla anlaşılamayan yazar olarak tanınıyor. Bichsel’ in Joyce’ a olan bu sahiplenici tutumu belki de onu kendisine yakın bulmasından kaynaklanıyordur. Çünkü bir röportajında Bichsel “Niçin yazıyorsunuz?” sorusuna, “Yazamadığım için yazıyorum. Yazmak yetersizlikle sürekli uğraşmaktır.” Diye cevap veriyor. Hatta Bichsel sadece, başarısızlıkla mücadelede kendine güçlü zırhlar edinmiş insanlara karşı sempati duymuyor. Bir röportajında, arada hayvanat bahçesine giderek, orada sadece beceriksiz hayvanları -özellikle de iri cüsselerinin yanında beceriksiz hareketleriyle gergedanları- ziyaret ettiğini söylüyor. Burada Bichsel’ in bir gergedan koleksiyonuna sahip olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Bichsel yazarın kendini kandırdığı malzemelerin öç alıcı taraflarına da dikkat çekiyor. Yazılan şeyin kişiyi esiri edeceğini bilen bir yazar her şeyi açık açık yazamaz. Yazdıkça yazamadıklarıyla dolar ve bu da onu bir müddet sonra yazamaz hale getirir. Bu sebeple seçici davranmak zorunda kalır. Ve bu da yazarı sadece kendinin hatırlayabileceği sembollere, şifrelemelere mecbur bırakır. Bunu kendisi için -kendini parçalamadan yazabilme isteğinden dolayı- yapar, okur için değil. En azından Joyce bu nedenle kodlama tekniğine başvurmuştur. Bichsel, Joyce gibi kendini parçalamadan yazma arzusu taşıyan ama bunun için kendisine başka teknikler bulan Joseph Conrad’ ı bize tanıtıyor. Özellikle Bichsel’ in Conrad’ tan örnek vererek anlattığı, çocuk kitaplarında yazarların kahramanlarıyla olan ilişkisini anlattığı kısım başlı başına ayrı bir ders konusu. Zaten Bichsel’ in derslerini değerli kılan en önemli özellik; anlatılarında matruşka heyecanı vermesi diyebilirim.
“Yaşamın yazdığı hikâyeler” adlı beşinci derste Bichsel, bir önceki derslerin üzerine adeta bir kat daha çıkıyor. Benzer meselelerden farklı bakış açıları sunuyor. “Yazarın oluşturduğu hikâyeler” ile “Yaşamın oluşturduğu hikâyeler” arasında kıyaslama yaparken Bichsel’in dizinin dibinde birbirinden ilginç hikâyeler dinlemeye hazır olun. Son olarak hikâyelerin anlatılmadığı bir dünyanın imkânsızlığından bahis açan Bichsel eğer barışçıl bir toplum oluşacaksa bu ancak hikâyeler anlatan bir toplum olurdu diyor. Çünkü birinci dersten de hatırlarsınız ki hikâyeleri ortaya çıkaran sebep hayatın sonluluğu üzüntüsüdür. Ve hepimiz biliriz ki üzüntüler paylaştıkça azalır. Edebiyatın sırrı da ölümün içindeki sonsuzlukta yatmaktadır.