“Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”
Neşet Ertaş’ı vefatının 8. yıl dönümünde rahmetle anıyoruz.
Türkülerin Babası, Abdallık Geleneğinin Son Temsilcisi ve daha pek çok şey söylendi onun için fakat biri hepsinin önüne geçip Neşet Ertaş adıyla bütünleşti: Bozkırın Tezenesi
Bozkırın Tezenesi denince akla gelen usta halk ozanı Neşet Ertaş 25.09.2012’de aramızdan ayrılmıştı. Tezene, dilimize Farsça’dan geçmiş bir kelime olup, kiraz ağacı kabuğundan yapılan, bağlama ve saz gibi çalgıların çalınmasında kullanılan bir mızrap olarak bilinmektedir. Ayrıca tezene halk arasında ve halk müziği alanında farklı bir anlamda daha kullanılmaktadır. Buna göre bağlama ve saz çalarken yöreden yöreye göre değişen tellere vurma biçimine de tezene denilmektedir. Konya tezenesi bunun bir örneğidir. Bunun gibi farklı vuruş biçim ve şekilleri de halk müziği terminolojisinde tezene olarak adlandırılmaktadır.
Bozkırın Tezenesi denince akla gelen usta halk ozanı Neşet Ertaş 25.09.2012’de aramızdan ayrılmıştı. Tezene, dilimize Farsça’dan geçmiş bir kelime olup, kiraz ağacı kabuğundan yapılan, bağlama ve saz gibi çalgıların çalınmasında kullanılan bir mızrap olarak bilinmektedir. Ayrıca tezene halk arasında ve halk müziği alanında farklı bir anlamda daha kullanılmaktadır. Buna göre bağlama ve saz çalarken yöreden yöreye göre değişen tellere vurma biçimine de tezene denilmektedir. Konya tezenesi bunun bir örneğidir. Bunun gibi farklı vuruş biçim ve şekilleri de halk müziği terminolojisinde tezene olarak adlandırılmaktadır.
1969’da Yugoslavya’da geçirdiği bir trafik kazası sebebiyle üç ay hapis yatan Neşet Ertaş’a bir kitap gönderen Yaşar Kemal, kitabın başına yazdığı ithafta Bozkırın Tezenesi’ne diyerek not düşmüş, sonraki yıllarda bu tabir onunla anılır olmuştur. Hapishanelere Gün Doğmuyor türküsünü de bu günlerde yazmıştır.
Okuyacağınız söyleşi Neşet Ertaş’ın hayattayken verdiği röportajlardan, yaptığı açıklamalardan, yazdığı şiirlerden derlenerek hazırlanmıştır. Yüzlerce kelime arasından ustayı bize en çok resmedecek olanlar seçilmiştir. Okurken türkü tadı almanız dileğiyle…
“Şu dünyanın vefasını görmedim
Geçti cahil ömrüm muradıma ermedim”
Neşet Bey sorularıma ailenizden başlamak istiyorum müsaadenizle, babanız çok büyük bir usta Muharrem Ertaş. Elinde sazıyla köy köy dolaşıp düğünlerde, sünnet eğlencelerinde çalan biri… Uzun süre eve uğrayamıyordur herhalde yanılıyor muyum?
Doğru biz onun nereye gittiğini de bilmezdik. Söylemezdi. Ekmek bulana kadar, bir ay iki ay gelmezdi. Bazen de evimizi barkımızı bırakıp hep birlikte göç ederdik. Gittiğimiz yerler Türk köyleri olurdu. Babam köy odalarında saz çalar, köylüler babama un bulgur verirdi. O köyü bıktırmamak için fazla kalmaz başka köye giderdik. Orada da üç beş ay kalırdık. Köyde iyi davranırlarsa altı ayı geçerdi. Ama bir yerde bir sene kaldığımızı pek sanmıyorum.
Hayal ediyorum, babanız oturmuş saz çalıyor. Komşularınız da gelmiş gaz lambasının altında onu dinliyorlar. Böyle mi oluyordu?
Nerde efendim, benim küçüklüğümde gaz lambası yoktu. Karanlıkta oturulurdu. Hayvanların yem torbalarında yiyemediği saman irileri toplanır, arada bir onlar ocağa serpilirdi. Öyle parlayan alevin ışığıyla insanlar arada bir birbirinin yüzünü görürdü. Biz karanlıkta dinlerdik babamı.
Çok fakirmişsiniz, Abdal köyleri olarak. Röportajlarınızda bunu dile getirmişiz hep. Türk köylerinde çalıp söylemekle ya da o köylerden bir şeyler dilenmekle geçiniyormuşsunuz. Yağ ekmek hep.
Yağ nerede ki? Yok öyle yağlı muğlu ekmek. Karşı köyde bir öküz ölürse bizim köye getirirlerdi, biz paylaşırdık. O zaman ancak bir et yerdik. Abdal köyleri de zaten kalabalık olmazdık. Tarlamız hayvanımız yoktu bizim.
Ne giyerdiniz peki?
Beyaz don giyerdik. Üstümüz de işlik dediğimiz herhangi bir şey dikerdi anamız. Ayaklarımızda yalındı. Ayaklarım 5-6 yaşında babam çalışmak için beni yanına aldığında ayakkabı gördü.
Tüm köy böyleydiniz peki aranızda yardımlaşır mıydınız?
Biz paylaşırdık hep. Babam tütünsüz kalamazdı. Bir gün abdallar köyünden birisi sigara için oğlunu salmış köye, bize geldi. Babamın da tek bir sigarası kalmıştı elinde. Şimdiki sigaraların yarısı kadar bir şey… Onu ortadan kırdı gelen çocuğa verdi gönderdi. Öyleydik.
Abdalları düğünlere cümbüş için çağırırlardı ama bizi sevmezlerdi hor görürlerdi diyorsunuz röportajlarınızda? Hor görmekten kastınız nedir?
Size bir olay anlatayım. Biz Kırşehir’de şapkasız dolaşmazdık. Saygısızlık kabul edilirdi. Saçımızı tarayıp şöyle bir dolaşamazdık yani. Şapkayı da taa gözünün önüne kadar indireceksin. Kural o.
Ben İstanbul’a gelince bu geleneği unuttum. Orada sen Abdalsın saygısızlık etme, şapkasız gezme diyen yoktu. Kırşehir’e döndüğümde yine böyle başı açık yürüyorum. Yolun kenarında camii vardı. Yaşlılar da caminin kenarında oturuyordu. Bağbaşı Mahallesinde, çocuklar başım açık diye taşladı beni. O yaşlılar “yapmayın” demedi. Seyretti. Biz abdal olmayan herkesi büyüğümüz olarak görürdük. Ağa derdik. Ağamın kızı ağamın oğlu. Beş yaşındaki bir çocuğa bile ağamın oğlu derdik. Herkes üstündü bizden.
Siz babanızla ne zaman çalışmaya başladınız?
Çocukluğumu 5 yaşına kadar yaşadım. Sonra ekmek parası için babamın peşinden köy köy dolaştım. Bir gün bir köyde çocuklarla oynadığım sırada birinin: “Biz topraktan hasıl olmuşuz siz fışkıdan” dediğini duydum. Böyle bakarlardı bize. O çocuk bunu babasından duymuş ki söylüyor.
Köçeklik yapıyordunuz değil mi?
Bizim memlekette gelenekti fakat çalıp söylediğimiz her yerde aynı adetler yoktu. Oralarda utanarak yapardım. Bakışlardan anlıyordum. Sonra 11- 12 yaşlarında bir söz üzerine bıraktım. Sahnedeydim. Zilleri gelip babamın yanına koydum. Hâlbuki ekmek parası içindi köçeklik yapıyordum. Öyle kıvırtma falan da olmaz. Zilin ritmine göre oynarsın. Kulağının iyi dinlemesi gerekir müziği.
İnsanlar bazen çok zalim olabiliyorlar değil mi?
İnsanlar kendini bilseydi
Dünyada haksızlık kavga olmazdı
İnsan doğan yine insan ölebilseydi
Belki de dünyada hayvan kalmazdı
İnsanoğlu çiğ süt emmiştir denir ya, kimi zaman müthiş kötülükler yapabiliyor. Savaşlar, hainlikler…
Bence yapılan en büyük kötülük iki âşık insanın arasına girmektir. Dert ayrılık derdiymiş, başka dert var mı ben bilmiyorum. Kötülük ayırmaktır. İnsan kendi yaptığı kötülükten korkar zaten. Fark etmeden kötülük yapılamaz çünkü. İnsan bilir ne yaptığını. Kim suçluysa o ölümden korksun. İnsanı ölümden korkutan yaptıklarıdır zaten.
Ailenizi bırakıp büyük şehre gidiyorsunuz bir müddet sonra, nasıl verdiniz bu kararı?
Karar değil de mecburiyet. Biz aşığız. Gezip görüyoruz. Âşık oluyoruz. Gittiğimiz yerlerde hep Türk kızları. Fakat değil elini tutmak şapkanın ucunu kaldırıp bakamazsın ki. Bize âşık olduğumuzu abdalız diye vermezler. Ne yaparsın senin gözünle gördüğün, köz gibi yandığın senin gözünün önünde gelin olur giderse ne yaparsın? Üstelik düğününe de seni çağırıyorlar gel söyle eğlendir diye, ne yaparsın?
İstanbul’a geldiğinizde iş aramışsınız, hatta otelci parasını ister korkusuyla sabah çok erken çıkıp gece geç girmişsiniz otele. Sonra Şençalar Plak’la tanışmışsınız. Hatta Kadri Şençalar sizi dinlerken ağlayıp, elinizden tuttuğu gibi Beyoğlu Saza götürmüş.
Benim elimden tuttu. Ağa Camii sokağına kadar götürdü. Okuryazarlığın var mı dedi bana, var dedim. Levhalara bak dedi, tuvaletin yerini bile öğretti. Nur içinde yatsın. Beyoğlu Saz’da bir buçuk sene çaldım. İstanbul’un nazikliğini de ben orada gördüm. Nasıl mı? Benden bir türkü isterlerdi. Kâğıda yazıp 2,5 lira sararlardı içine. Garsonla gönderirlerdi. İstanbul’un nazikliğini ben oradan biliyorum.
Siz okuma yazmayı nereden öğrendiniz bu arada?
Abdallar köyünde, muhtarın odasına bir öğretmen gelmiş, okumayı belletiyormuş dediler. Benim ağabeyim gitti oraya. Ben onun alfabesinden öğrendim.
İstanbul’a geri dönelim, memleketinizden ne farkı vardı İstanbul’un?
Köylerimizde insanlar birbirleriyle göz göze gelince saatlerce bakışırdı. Ama burada hiç kimse kimsenin yüzüne, gözüne bakmıyordu. Bakıyordum. Hiç birbirinin yüzüne bakan, gözüne bakan hiç kimseyi bulamamıştım. Büyük bir şaşkınlık içindeydim. Büyük bir değişiklik içine girmiştim. Büyük bir yalnızlık içine düşmüştüm.
Sizin evliliğinizde çok ilginç olmuş?
Ankara’da “Neşet Ertaş Sazevi” diye bir dükkânımız olmuştu. İçeride çalışan bir usta vardı. Bir gün iki kız geldi oraya, ustaya: “Burası o plağı olan Neşet Ertaş’ın mı” dediler. Ben de dışarıda saz kütüğü oyuyorum. “He” deyince usta, “Nerede gelir mi buralara” dedi biri. “ Aha şu dışarıdaki çocuk” dedi usta. Şöyle baktılar bana plağı münasip görmediler, inanmadılar yani. Ben de: “Nereden gelip nereye gidiyorsunuz” dedim onlara. “Biz bir mühendisin evinde temizlik işlerine bakıyoruz” dediler. Bir mühendisin evinde deyince, ben de mühendisin evini onlara münasip görmedim açıkçası. Allı yeşilli giyerler ya… Ondan sonra dedim ki: “Mühendisin telefonu olur, telefon getirebilir misiniz?” Her gün gelip gidiyorlar oraya: “Getiririk” dediler. Ertesi gün ben telefon edeyim dedim bunlara; doğru mu yanlış mı? Telefon ettim bir hanım çıktı. “Burası filan mühendisin evi” dedi. “Filan filan isminde kızlar siz de çalışıyorlar mı” dedim. “Çalışıyorlar” dedi. Kapattım. Bunlar eve gittiğinde, bunları kovmuş evin hanımı. “Birilerine telefonumuzu veriyorsunuz” diye. Ertesi gün geldiler. Dediler: “Hanım bizi işten kovdu” üzüldüm bu defa. Nasıl olur, niye olur bu böyle mi olur? Sebep olmuş oldum. “Kaç para alıyordunuz” dedim. “İkimiz 20 lira alıyorduk” dediler. Günlük. O zaman iyi paraydı. Ben de o zaman : “Benim işimi görün bu parayı ben vereyim” dedim. Ekmeklerinden etmiş olduğumun suçluluğu içindeyim. “Ee olur” dediler. Ben adres verdim. Bir göz evim vardı işte. Bir gaz ocağım bir tencerem bir yatağım. “Ne yapacağız dediler”. Dedim ki: “İşte evimi temizleyeceksiniz, bir tencerede yemek pişireceksiniz, kapımı örtüp gideceksiniz.” Geldiler ertesi gün. Anahtarı da verdim. Ben saz evine gelirdim. Onlar eve gelirlerdi. Elbisemi yıkarlardı, yemek pişirirlerdi kapıyı örtüp giderlerdi. Öyle böyle o kızın biriyle takıldık. Bir gece gidip istedim. Öylece evlenmiş olduk. O, 13- 14 yaşındaydı, ben de ufaktım. Ben askerden dönünce ayrıldık zaten. Yedi sene sürdü.
Sazevine ne oldu?
O ihtiyar adam çalışamayınca genç biri geldi. Bekârdı. Bir kızla tanışmış. Kız neyin var deyince: “Benim saz evim var” demiş. Nişanlanmışlar. Dedi ki düğünüm olacak. Gittim bir düğün salonu tuttum, düğünlerini ettim. Arabaya bunları bindirdiğimde damadı çağırdım arabadan “Ben gayrı dükkâna gelmeyeceğim dükkân senin” dedim. O dükkânı o çalışana bıraktım. Nişanlısına yalan çıkmasın diye.
Yıllar içinde alkol sağlığınızı etkiledi, parmaklarınız uyuşmaya başladı değil mi?
Sahnedeydim. Tam bir parçayı çalıyordum ki, daha evvelden de işaretlerini görmüştüm., bazı takılır dururdu ama genelde yürürdü. O defa sahnedeyken parmaklarım yürümedi., yürümeyince başımdan aşağı kaynar su dökülmüş de ayakkabılarımın içi tümden dolmuş sandım. Ondan sonra çalamasaydım bitmiş olurdum.
Sonra tedavi için Almanya’ya gittiniz ve uzun süre dönmediniz.
20 küsur sene Almanya’da kaldım. Öldün mü sağ mısın diye soran olmadı. TRT’de rahmetli Neşet Ertaş’tan şu türkü deniliyordu. Kaç kez duydum rahmetli olduğumu oradan buradan. Yine bazı kanallarda görüyordum, türkümü söylüyorlar adımı söylemiyorlar. Bu türkü kime ait diye sorulduğunda adam: “Naçizane” diyor gülüyor. Çok rahatsız oldum bunlardan.
Siz öyle değilsiniz ama ozanlar biraz kibirli, korkmadan nasıl benim demiş ki?
Bir mantık olmalı insanda. Bizim ozanlarımız kendilerini tanrılaştırmışlar. Bunların hiçbiri doğru değil. Sen Tanrı isen hepimiz tanrıyız, sen kul isen hepimiz kuluz. Neyin kuluyuz? Gönül kuluyuz.
Sizin için saz sesi neyi ifade ediyor?
Doğduğum gün sazı göbeğime koymuşlar benim, babama: “Gel Muharrem usta oğluna saz çal” demişler. Çalmış. O zamandan beri kulağıma girmiş benim.
Siz sesin güzeline düşkünsünüz değil mi?
Almanya’da kanaryam kaldı mesela. Hep bir kanaryam olur benim. Serbest bırakırım, kafesi vardır ama kapısı açıktır yemini yer çıkar. Onu bağlayamam ben. Mesela kuşların en güzel seslisi de odur. Evet güzel sesi kim sezmez.
Bozlak nedir peki?
Bir feryattır. Derdini haykırmaktır. Avazı çıktığınca bağırır ya bozlak okuyan, notası yok. İçinden nasıl gelirse öyle çığırır bozlak okuyan.
Sizin türküleriniz nasıl söylesem, samimi, hilesiz geliyor dinleyene
Bu olduğu gibi olmaktır. Ben konuşurken karşımdaki kişiye göre de, istediğim gibi her şekilde konuşabilirim, ama sazı alıp türkü çağırmaya başladığım zaman babamdan bellediğim neyse, o kelime neyse onun dışına çıkamam. Bu biraz da böyle olsun diye değil öyle olduğu için.
Konser verirken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Bütün kalplerin Allah vasıtasıyla birbirine bağlı olduğuna ben inanıyorum. Onlar pür dikkatini sana verdiklerinde sen kalplere hitap ediyorsun. Batın olarak. Zahir, görüntümüz biliyorsunuz. Ama genelde ben kalplere, biz daha evvel kalbin adını bilmezdik yürek derdik, yüreklere hitap ediyorum. Yüreklere hitap edince onlar zaten bütün dikkatini sana vermiş. Sen ne verirsen senden alıyorlar.
Kutu
Neşet Ertaş’ın kaleminden hayat öyküsü
Bin dokuz yüz otuz sekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem anama Döne
Dediysen atayı bildin dediler.
Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmişim üç ile dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler
O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler
Anam Döne İbikli köyünde ölünce
Beş tane öksüz yetim kalınca
beşimizde hep perişan olunca
babamgile buradan göçek dediler
Zalim kader devranını dönderdi
Bizi Çiçekdağı’nın İbikli köyüne gönderdi.
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler
Yozgat’ın Kırıksoku köyüne vardık
Bize ana yok mu diye sorduk (anam ölünce yeni ana aramaya başladık)
Adı Arzu derler bir ana bulduk
İşte bu anandır buldun dediler
En küçük kardeşi kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler
Zalim kader tebdilimi şaşırttı
Haber verdi dalımızı deşirtti ( o zaman deşiriciler denirdi sonra dilenciler oldu onun adı, babam askerdeyken böyle geçindik)
Yardım etti Yerköyü’ne göçürdü
Biraz da burada kalın dediler
Babam saz çalarken biz cümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler
Yarin aşkı ile arttı bu derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlığı çok istemişler haberini aldım
İstemiyor yarin seni dediler
Ankara’da bizim sünnetçi Veysel Usta’yı buldum
Epeyce evinde misafir kaldım
Bana yüz lira verdi bir yatak aldım
Ettiğin sen böyle buldun dediler
Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı ağam kardeş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulmazsan ölün dediler
Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerim yarin aşıkına
Canan acıtmaz mı garip dostuna
Bunu da içeriye alın dediler…
KAYNAKÇA:
Tokel Bilge Bayram, Neşet Ertaş Kitabı, Akçağ Yayınları,Ankara 2004
Akman Haşim, Neşet Ertaş Kitabı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2006
4 Nisan 2008, Agos Gazetesi, Neşet Ertaş Ropörtajı
12.01.2000 STAR, Musa, “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’a Sordu
04.11.2001 HÜRRİYET, Oyun havalarının unutulmaz yaratıcısı, bozlakların ozanı Neşet Ertaş
01.08.1999 TAVIR, Ozan Aşık Neşet Ertaş