Bozkırda Deniz Rüyası: Ahmet Uluçay/ Ayşegül Uyar

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak desek herkesin hafızasında bir sahne canlanır muhakkak. Ahmet Uluçay’ı bilerek yada bilmeyerek uzun yada kısa metraj bir filminin bir sahnesini izlemişizdir. Sanatını kendi varlığının önünde geçirebilen bir isimdir Uluçay.

Ayşegül Uyar, “İntihar eder gibi sinema yaptım.” diyen Uluçay’ı ve onun bozkırdaki deniz rüyası sinemasını sizler için yazdı.

Saatler gece 12yi gösterdiğinde köy kahvesinden çıkan bir ihtiyarı kolundan çekip “Bir senaryo bitirdim bu gece anlatmazsam deli olurum.” diyen bir adam Ahmet Uluçay.

Nereden gelip nereye gittiği belli olmayan trenlerin geçip hiç durmadığı, ufkunu bulutların ve dağların çizdiği bir bozkır köyünde bütün çocukların kamyon şoförü olma hayali kurduğu zamanlarda ressam olmayı düşleyen, az daha büyüyünce resimleri gımıldatmak isteyen bir çocuk hepsi hepsi. Ne biriktirdiyse işte Tavşanlı’nın Tepecik köyünde yedi yaşına kadar biriktirmiş, ölümüne dek de bu çocukluk anılarına bir şahit aramıştır Uluçay.

TEK OYUNCAĞIM GÖLGELERDİ

Küller ve kemikler üzerine abdest bozduğundan mı yoksa toprak tavanlı köy evinde yattığı deniz rüyasından mı bilinmez hiçbir zaman yaşıtları gibi bir çocuk olamamıştır. Köydür ve imkanlar kısıtlıdır. Büyüyünce olup olacağı şey de zaten bellidir büyüklere göre. Bellidir belli olmasına da o buna razı olmaz. Anacığının işlediği şahmeran yastığa dayanıp kandillerin aydınlattığı köy sokaklarını izlerken gölgelerden başka oyuncağı yoktur.  Çöplerin-mezarlıkların yanında onu bekleyen cinler ve şeytanlar üç gulhü bir Elham okuyup yattığı gecelerde onu kollayan melekler vardır. Hep biraz tuhaf biraz yalnız bir çocuk olmuştur Uluçay. Bir kümeste köylülerin müstehzi bakışlarından uzakta resimlerini gımıldatmayı öğrenir bir gün. Günler günleri aylar yılları kovalar, yaş alır lakin büyümez, evlenip barklanır hatta baba olur ama insanların gözünde adam sıfatına sahip olamaz bir türlü. Bir rüyaya yattığı yaz akşamlarında içinden çıkamadığı çocuk tarafıyla sinema ona göre biçilmiş kaftan olur.

“Ah! şu Lumiere’ler biraz gecikseydi sinemayı muhakkak ben icat edecektim.” diyecek kadar kendini bilen, Allah’ın yardımı ile girdiği tüm işlerden iflasla ayrılıp çocukluk aşkı sinema ile buluşan bir modern zaman mecnunudur.  Her yüce ruhta olan anlaşılamamazlık elbet onun da imtihanı olur. Yıllarca koltuğu altında senaryoları, başında hiç çıkarmadığı beresi ile yapımcıların kapısını aşındırıp “Bu kumaş başka kumaş hiç olmazsa bir kez dokunun.” Der durur. O yıllarda yapımcılar kıymet verip okumasa da Uluçay haklıdır aslında. Yıllardır bir sıçrama gerçekleştiremeyen, birkaç istisna dışında birbirinin ancak kötü birer kopyası olan Türk Sinemasına yeni bir soluk aldıracaktır kısa filmleri ile. “Rabbim hayretimi artır.” duasını diline zikr eyleyen peygamberin çocuk masumiyetini ve merakını kaybetmemiş ümmetidir çünkü o. Bir çocuğun gözleri ile perdeye bakıyor, izlediği filmleri kendi zihninde defalarca çekiyor ve gerçekçi şeyler çıkartıyordur ortaya. Sanat sanat için midir yoksa halk için mi? Bunu düşünmüş müdür bilinmez ama O “Tek bir kişiye kendimi kanıtlamak için de olsa sinema yapardım, buna değerdi.” der bir röportajında. Uluçay’ın anlatısı Aristo’nun tanımına[1] uygun bir şekilde hem aşinalık içeriyor hem de ani bir dönüş barındırıyordur. Tam da bu sebeple olağanla olağan üstünün- mevcutla gaybın iç içe geçtiği kısa filmlerini hem kendi köylüleri hem de bir sinema geleneğinden gelen insanlar aynı anda izleyip beğenirler.

İNTİHAR EDER GİBİ SİNEMA YAPTIM

Bir derdi vardır bu adamın. Tek kişiye de olsa anlatması gereken bir hikayesi vardır. “Bir hikayemiz olmadığını anlamak varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir, bunu kaldıramayabiliriz.”[2] Der Robert Fulford. Bunun farkındadır Ahmet Uluçay ve kendi tabiri ile intihar eder gibi sinema yapmıştır. Başarılı olamazsa kendisine olan saygısını yitirecektir. Zaten olacağı buydu bakışları arasında ekmek götüremeden evinin yolunu adımladığı günlerde muhtemel ki kimsenin kendisine saygı duymadığını düşünüyordur. Geleneğine ters düşmüş hesaplara uymamış ve bir sinema rüyasına yatmıştır. Bozkırın ortasında bir deniz kabuğu görmek kadar imkansızdır şimdi rüyası.

Paranın, tekniğin ve imkanların bulunabileceğine inancı sağlamdır. Gerekli olan sinemaya tutku ile bağlı olmaktır ve onda sinema zaten aşktır. Yıllarca babasına verdiği selamı alınmayan oğul sinemada bir devrim yapacak, kendi makinesini kendisi hazırlayacak ve hayallerini perdeye aktaracaktır. Köyden bir kez çıkınca kirleneceğini biliyordur. Onun çocukken değer verdiği şeylere değer vermiyordur dünya artık. Çocuklar gazoz kapağı biriktirmiyor kendi oyuncağını yapmıyor ve bir düşe yatmıyordur gölgelerin arasında. İnsanlar olduklarından farklı görünmeye çalışıyorlardır. O, içimizdeki herkeslerden sakladığımız insana ayna tutar bu sebeple “Sanat içimizdeki zaaflar toplamı insanı en saf, en dokunulmamış haliyle görmek ve göstermek belki de. Bizim içimizde biraz herkes var, herkesin içinde biraz biz.” Der Yakub’a seslenirken.

İmkanları ancak kısa metraja yeter o da kısa metrajla başlar işe. Ona kalsa uzun metrajda rahatça anlatacaktır derdini amma şu şartlar olmasa. 1994’de ilk filmi Optik Düşler böyle çıkar ortaya. Bu ilk filmi Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak, Bizim Köyün Orta Yeri Sinema, Minyatür Cosmos’da Rüya, İnci Denizin Dibinde Çerçöp Sahile Vurmuş, Epileptic, Exorcise, Uzun Metrajın Resmi ve Bizim Köyde Bayram Sabahı isimli kısa filmleri takip eder. 2004 de nihayet ilk uzun metrajı Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak için yapımcı bulunur. Uluçay’ın kendi çocukluğunu anlattığı Optik Düşler’in kapsamlı bir anlatımıdır bu film. İki arkadaşın köyde sinema yapma serüveni konu edilir. Hayatı sinema olan Uluçay kendi hayatını damıtarak perdeye sunmaktadır nihayetinde. Uzun metraj çekeceğim dediğinde kendisine gülenlere Keloğlan’ın padişah kızıyla evlenmesini örnek veren Uluçay peri padişahının kızı sinemasına böylece kavuşur. Yeşilçam’dan bu yana yoksulluğun, geri kalmışlığın, cahilliğin kendisi ile resmedildiği Anadolu insanına sinemayı bir imkan olarak sunar. Evet, matematik çağında matematiği öğrenememiş dağları delip suları getirememiştir ama sinemayı getirmiştir bozkıra. Vizontele filminde onlar da bizi görecek mi cümlesi ile küçümsenen halk onun filmleri ile perdenin geçişgenliği ile tanışır. Kameranın arkasındakiler ve izleyiciler yoktur Uluçay sinemasında. Dileyen herkes, kendi olmaktan utanmayan herkes hem orada hem buradadır. Bir Yusuf’u olan herkesin kuyuda oluşu, bir yitiği olan herkesin Yakub oluşu gibidir onun sineması. Deniz bozkıra hem çok uzak hem bir o kadar yakındır. Belki de mes’ele mesafe, imtihan, şartlar (adı her ne ise sizin hayatınızda) değil nasıl baktığımızdır ve Ahmet Uluçay güzel bakmanın güzel bir timsalidir ne dersiniz?


[1] Anlatının Gücü; Robert Fulford; s: 17.

[2] A.g.e.; s:25.


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: İçerikte Kopyalama Yasaktır. ©️ Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
  • No products in the cart.
Sohbeti aç
Canlı Destek