Delilik ülkesinden notlar kitabıyla şizofreni hastalığının amansız dertleriyle muzdaripken nasıl hidayete uzandığını okurla en samimi biçimde anlatan Ayşe Şasa bu röportajında yine okurun defalarca okumak isteyeceği cümleler kuruyor. Keyifli okumalar dileriz…
Ayşe Şasa varlıklı ve köklü bir aileden geliyor. İyi okullarda okuyor, mürebbiyeler tarafından nazivari bir disiplinle batılı tarzda yetiştiriliyor. Anadili, hatta dadıdili olarak Almanca öğreniyor. Alaturka her şeyin ayıp sayıldığı bir çevrede halktan uzak, hep araya örülen duvarın öte yanını merak ederek büyüyor. Birçok insanın imreneceği olanaklara sahipken bulunduğunuz çevreye aidiyet bilincine sahip değilsiniz ve bu hep olayları bir dış gözle incelemenize neden oluyor. Sizi yabancılaştırıyor ve yalnızlaştırıyor. Bir çocukta aidiyet bilinci oluşması nasıl bir eğitimle mümkündür?
Bir çocukta aidiyet duygusu sanırım her şeyden önce ebeveynin sevgisi, ilgisi ve anlayışı ile oluşur. Bu hayati bir önem taşır. Yabancılaşmanın kaynağı sevgisizlik, anlayışsızlık ve ilgisizliktir.
Yaşamın anlamını sorgulama konusundaki alışkanlığınızı anneannenize borçlu olduğunuzu söylüyorsunuz. Ailenizde belki de en büyük şefkati anneanneniz gösterdi size. Ondan bahseder misiniz?
Anneannem mütevazı bir öğrenim görmüş bir “eski zaman” hanımefendisi idi. Özelliği otodidakt oluşu. Okumaya, yeni şeyler öğrenmeye, tefekküre merakı. Özellikle ortaokul yıllarında tecessüs içinde ders kitaplarımı karıştırmayı ve okumayı çok severdi. Kemal Tahir, Aziz Nesin gibi çağdaş yazarları ilgiyle izlerdi. Annemle babamın beni yetiştiriş tarzına karşı ciddi endişeleri olduğunu zaman zaman açığa vururdu. Fuzuli aşığıydı. Çok merhametli ve diğergam biriydi. Bütün bunlar, olanca tevazu ve sükûneti içinde ona bir derinlik verirdi. Bu da benim onu sevmeme, özdeşlik kurmama neden olur, dünyaya biraz da onun gözünden bakma eğilimimi meydana çıkarırdı.
İlkokulda başarısız ve “Aptal Ayşe” diye lakap takılmış bir öğrenciyken, Amerikan kız kolejini ikincilikle kazanıp ardından hocaların gözbebeği oluyorsunuz. Fakat başarısızlığınız kadar başarınız da aileniz tarafından ilgi görmüyor. Bugün toplumda yerleşmiş “başarı” anlayışına bakışınız nasıl?
Para, mevki, şöhret… Modern toplumda insanlar bu putların yaydığı sihir alanına sokulabildiği, bu putlara yakın olabildiği oranda başarılı sayılıyor. Bu başarı anlayışı insanın asıl varoluş gereği açısından da bakıldığında oldukça hazin ve sefil bir görünüm arzediyor. Bizim geleneksel medeniyet anlayışımızda insanı eşref-i mahluk yapan, üstün ve değerli yapan putlardan arınmış olmaktır.
Dayınız Rauf Orbay’ı sizin ağzınızdan dinlesek neler söylersiniz?
Rauf Orbay çelebi meşrep, tevazu, sabır, ümit ve tevekkül dolu gerçek bir arifti.
Kemal Tahir hayatınızda uzun süre baba görevi görüyor. Sizi “ciddi” olmanın -rağbet görmeyecek de olsa- peşine takılmaya ve daima akıntıya karşı yüzmeye teşvik ediyor. O dönemki tavrınızı geliştirerek ve derinleştirerek şimdi de sürdürdüğünüzü söyleyebilir misiniz?
Kesinlikle evet. Bugün tasavvufi bir yaşantının içinde olmaya çabalıyorum. Bu çaba nefsin terbiyesini, tezkiyesini yani temizlenmesini gerektirir. İşte bu tasavvuf adamlarının “nefse muhalefet” dedikleri şey. Bizatihi bir çeşit zoru seçmek, akıntıya karşı yüzmektir. Ciddi bir disiplin gerektirir.
“Bizler şamar yemiş bir büyük devletin adamlarıyız. Şamar yememiş birtakım büyük devletlerin bizim tecrübelerimize ihtiyaçları var,” diyor Kemal Tahir. Sizce yediğimiz şamarın olumsuz etkileri daha ne kadar sürecek ve bundan din, gelenek gibi manevi değerleri sorumlu tutmaya devam edeceğiz?
Yediğimiz şamarın olumsuz etkilerini atlatmamızın temel şartı dinimize, dilimize, tarihimize tümüyle kendi öz medeniyetimizin büyük ve zengin mirasına sahip çıkmakla mümkün olacaktır. Büyük bir tasavvuf adamı olan merhum Muzaffer Ozak’ın sözüdür. “Onlar, yani Batı (aydınlanma hareketi), batıl olan dinlerini akla tutunup geri attılar. Biz de onlara bakıp hak olan dinimizi geri attık. Ve feci bir biçimde geriledik, düştük. Düştüğümüz yerden kalkmanın formülü dinimize, geleneğimize sahip çıkmaktır.” Batı’nın bambaşka bir din yapısı var. Batı, “eleştirel akıl” dediği şeyi batıl dinini yıkmak için kullanmış. Ondan sonra da o akıl hadleri aşarak teknolojide bir yerlere falan getiriyor onları. Bizim burada gerçeği görmemiz lazım. Yani onları idealize etmemize hiç gerek yok. Bizim realitemiz elimizdeki kozdur; hak dinin sahibiyiz biz. Öncelikle ona sahip çıkmamız gerekiyor.
İnsanın egosundan insanın “kölelik çengeli” olarak dem vuruyor Kemal Tahir. Hangi durumda özgürleşiriz, egoyu tamamen ortadan kaldırmak mümkün mü?
Egomuzu tezkiye ettikçe, temizledikçe, terbiye ettikçe metafizik anlamda hakikate ve ölümsüzlüğe açılırız, özgürleşiriz. Nefis ne kadar terbiye edilirse ruh ve idrak o kadar gelişir. Kavrayış o kadar genişler. Hayat süresi içinde egonun tümüyle ölmesi söz konusu değildir. Her zaman hayatiyetini kısmen de olsa muhafaza edecektir.
Dostoyevski insan ruhunu tanrı ile şeytanın savaştığı bir alan olarak kabul ediyor ama siz “benim ruhumun galibi Allah” diyorsunuz.
Şeytan ve Allah tabii savaşır. Bu çatışma her insanda var. Ama zafere ermek nefse muhalefet etmekle olur. Sürekli hayır demekle. Cihad bu. Asıl cihad bu. Hepimiz bu cihadın içindeyiz.
Türk Sineması entelektüel çevre tarafından melodram yaptığı için eleştiriliyor, siyah-beyaz karakterler gerçek dışı olmakla suçlanıyor. Öte yandan dönem dizileri çok popüler ve hâlâ Yeşilçam Sineması ile duygulanan, geçmişe özlem duyan insanlar var. Siz senaristliğini yaptığınız filmleri bugün izlerken ne hissediyorsunuz?
Senaristliğini yaptığım filmleri izlerken daha çok bir eksiklik duygusu ve huzursuzluk yaşıyorum. Büyük bir huzursuzluk yaşıyorum. Sinemaya girerken kendimden yüksek beklentilerim vardı. Bunların gerçekleştiğini söyleyemem. Beni mutlu eden filmlerim değil, kitaplarım.
Atıf Yılmaz’la evliliğiniz sinema kariyerinizi nasıl etkiledi?
Atıf Yılmaz ile evliliğim Yeşilçam’da senarist olarak “iş almamı” kolaylaştıran bir şeydi. Ama ticari açıdan iş yapmayan şeyler yazmış olsaydım, bu şansı asla elimde tutamazdım. Yeşilçam ticari bir sinema idi.
Bugünkü Türk Sineması’nı Dünya Sineması içerisinde nerede görüyorsunuz? Son dönemde beğendiğiniz yönetmen ve filmler var mı?
Bugünkü Türk Sineması ait olduğu medeniyet dairesi ile bağlarına, geleneğine sahip çıkarak belirgin bir kimlik oluşturmanın ilk adımlarını atıyor. Yetmişlerde başlayan son dönem Türk Sineması içinde beğendiğim çok az ama bence çok iyi ve önemli birkaç film var. Ahmet Uluçay’ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Yavuz Tuğrul’un Gönül Yarası, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta, Süt, Bal üçlemesi. Bu az sayıda film bence yukarıda sözünü ettiğim kimlik sorunsalını çözümlemiş, geleceğe örneklik edebilecek nitelikte eğilimler ve renkler taşıyor.
Yeşilçam Sineması’nı günümüz Türk Sineması ile karşılaştırdığınızda ne gibi farklar görüyorsunuz?
Yeşilçam sineması oldukça anonim eğilimler taşıyan bir “halk sineması” idi. Bugünkü Türk sinemasında daha ferdi, kişilikli, entelektüel yaklaşımlara rastlanıyor.
Hangi niteliklere sahip olduğunda sanat ibadetin bir parçası haline gelir?
İlahî varlığa adanmışlık. İlahî aşk. Bu tevazu ve hikmeti tetikler. Görünenin ardındaki görünmeyeni, maddi evrenin ardındaki manevi nitelikleri ima etmeyi kolaylaştırır. Allah’ı sanat yoluyla zikretmek, hatırlamak ve hatırlatmak sanatı ibadetin bir parçası haline getirir.
Megalomani ile mikromani arasında çırpınan, kendine yüklediği Tanrı rolünü kaldıramayan insan tıpkı Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi ters yüz olduğunun farkında değil. İnsanın kendi trajedisinin farkına varması için nasıl bir aynaya ihtiyaç var?
İnsanın çıkmazdan kurtulmasında vahiy bir ayna rolü oynar. Allah’ın ve Peygamberin sıfatlarını yansıtan kâmil kişiler, insanı kendine getiren, hakikatle uzlaştıran, çıkmazdan kurtaran bir fonksiyon ifa ederler.
Jean M.Twenge “Ben” Nesli kitabında soruyor: “Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli ve iddialı fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?” Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Aileler büyük fedakârlıklarla eğitmeye çalıştıkları çocukları dünyevi hedeflere yöneltiyor ve yüzde yüz başarı bekliyorlar. Dünyevi hırslar büyük çöküntülere, mutsuzluklara gebe olabiliyor. Hayat bazılarının sandığı kadar düz bir mantıkla yürümüyor. Kader var. Dünyevi hayatın imtihanları diye bir şey var. İman, ibadet, tevekkül, sabır, kanaat yoksa, manevi bir tavır yoksa, insanın dünyada işi zor.
Şebek Romanı’ndaki “Gençliğinde hiçbir lakap bulamamıştı kendisine, bulamamakta ısrar etmişti. Kendini kurşun rengi bir kimliksizliğin ürünü olarak algıladığından mı?”sorunuza karşılık “Tek kimliğimiz kimliksizliktir,” diye kendisini savunan insanlar var.
Korkunç bir durum. Şizofren bir durum. Kimliksizlik şizofrenik bir durumdur. Kimlik, kişilik, ferdiyet insanın özgürlüğünün temeli bunlardır.
“Ben bunu biliyordum”, “Ben bunu tanıyordum”, “Bunda yeni bir şey yok” gibi cümlelerdeki hayretsizliğin uzun, sancılı, işkenceli öldürücülüğünden söz ediyorsunuz. Günümüz insanı böyle davrandığında, Batı tabiriyle “cool” olduğunu zannediyor. Yaşanan travmaların temelinde bu tutumun olduğu söylenebilir mi?
Elbette bu inançsızlığın, aşksızlığın bir sonucudur. Ayrışmayı, parçalanmayı, durağanlaşmayı içerir.
“İçimde iki, hatta üç ayrı insan yaşıyor. Bu insanlardan bir tanesi de öteki benliklerimin yaşadıklarını dile getirebiliyor. Bu sizi şaşırtmasın,” deseniz de psikiyatristler kitabınız karşısında şaşırıyorlar. Bu şaşkınlık neden kaynaklanıyor?
Tıbbın bana koyduğu nihai teşhis şizofreniydi. Ama bu tıbba göre atipik yani tipik olmayan bir şizofreniydi. Her hezeyandan sonra büyük çapta normale dönüyor, yaşadıklarımı ve hissedebildiklerimi derin derin muhakemeden geçirebiliyordum. Şizofreni kalıcı bir yıkım yapmıyordu. Sanırım şizofreniyi şifa bulmaz muhakeme yıkımı olarak telakki eden bazı doktorların aklını karıştırıyordu bu. Bende küçük yaştan itibaren güçlü bir içgözlem gücü vardı. Hastalık bu niteliği yok etmemişti.
Bilimin cinnetle olan gizil içsel akrabalığından söz ediyorsunuz. Tam olarak nasıl bir ilişki var aralarında?
Bilim sahasında öncülük yapan orijinal keşifler, icatlar, kuramlar ortaya koyan insanların iki özelliği olduğunu düşünüyorum. Hayata, kâinata çok saf bir bakış; ve derin, taşkın bir fantezi, engin bir muhayyile gücü. Her iki özelliğin deli tabir edilen insanlarda da bulunması belki tuhaf bir ironi teşkil ediyor.
“İnsan, aklı akıl ile yenerek fırtınadan sahile ulaşır,” diyorsunuz. Bu ne tür bir akıl ile mümkün olur?
Tasavvuf erbabı iki çeşit akıldan söz eder. Birincisi insanın gündelik, basit, maddi ihtiyaçlarını çözmede kullandığı akl-ı meaş, ikincisi insanın kâinattaki var oluş nedenini ve hedefini sorgulayan daha yüksek bir akıl. İnsanı hayatın kaosundan, çelişkiler denizinden kurtarıp nihai bir istikamet veren ve kıyıya ulaştıran bu ikinci akıl, Akl-ı meaddır.
La Paix Katolik misyoner hastanesindeki kasvetli odada korkunç hezeyanlar içerisindeyken duaya sığınıyorsunuz. İlk ne zaman aklınıza geldi dua etmek?
Korkular ve acılar dayanılmaz bir hal alınca dua insiyaki olarak devreye girdi. Dua acımı hafifletiyordu. Bu keşif daha sonra bir çığır açacaktı hayatımda.
İbn-i Arabi’nin Fususu’l-Hikem’inden sizi iyileştiren kitap olarak bahsediyorsunuz. “Ben bir gizli hazineydim. Bilinmek istedim,” sözünün sırrı ne idi sizin için?
O söz çok saf bir tebliğ sözüydü. O kadar saf ki oluşturduğu cezbe ile bir anda kalbimi saflaştırdı. Fıtrata döndüm. Buna hidayet diyorlar.
Yaşadığınız güçlüklerin ardından iki manada da aşkla ödüllendiriliyorsunuz. Bülent Oran’ın hayatınızdaki önemi neydi?
Allah’a döndükten sonra hidayete erdikten sonra o güne kadar ters giden her şey birden düze çıktı. Müspet olaylar, arka arkaya ihsanlar tecelli etmeye başladı. Bülent Bey Allah’ın ihsanlarından biriydi bana. Sevgi dolu bir insandı. Geçmişteki acılarımı telafi edecek bir şefkat gösterdi. Ama asıl bana yön veren Allah ve peygamber aşkıdır. İstikamet veren ve kaostan kurtulmama yardım eden o aşktır.
Sosyete toplantıları olduğunda evinizde, evi sokağa bağlayan koridordan koşarak kapıya gidiyor, demir kapıya sarılıyorsunuz. Orada hep yolunu beklediğiniz bir koz helvacı var. Yıllar sonra koz helvacı başka bir vücutla karşınıza çıktığında ne hissediyorsunuz?
Hayret… Büyük bir hayret. Ve kader denen senaryoya büyük bir hayranlık.
Eski çevreniz, aileniz sizdeki radikal değişimi nasıl karşıladı? Sizin onlara tepkiniz ne oldu? O dönemden hâlâ görüştüğünüz arkadaşlarınız var mı?
Bendeki radikal değişim, inanç aynı zamanda ağır bir psikozu alt etmekte büyük bir rol oynadı. İmanla şifa buldum. Bu açıdan çevremde kimse söyleyecek bir şey bulamadı, sustu. O dönemden kalan tüm arkadaşlarıma tebliğde bulunmak için çok çaba sarfettim. Başarılı olduğumu söyleyemem ama ödevimi yaptım. Bu insanların bir tanesi dışında inancıma karşı çıkan, yüzüme karşı çirkin bir yaklaşımda bulunan olmadı. Arkamdan konuşanlar olduysa da bunlar bana hiçbir şekilde ulaşmadı. Eski çevremle yakın bir ilişkim yok. Tamamen yeni bir sayfa açtım. Ve harikulade bir çevrem oldu. Çok şükür.
“Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası?” diyor Yunus Emre. Her gün yeniden doğmak, her gün yeni bir ıstırabı da beraberinde getirir mi?
Her gün yeniden doğmak Mutlak Varlığa duyulan derin bir aşkın sonucudur. Adanmışlığın sonucudur. Bu müthiş bir dinamizmdir. Istıraptan çok neşeyi içerir. Tazelik, heyecan, enerji ve neşe… Istıraba müthiş bir meydan okumadır bu!
İzlediğiniz bir televizyon programında şöyle bir haber karşılıyor sizi: Japonya’da bir bilgisayar uzmanı, bir kaktüse bilgisayar bağlayıp şu soruyu yöneltiyor; “iki kere iki kaç eder?”. Bilgisayar ekranında dört çizgi beliriyor. Evrenin bilgisi kaktüste dahi bulunurken insanda durum nedir?
Tasavvuf adamları evrenin bilgisinin insanda kodlanmış halde bulunduğuna inanıyorlar. Bu bilgiyi yüzeye çıkarmanın sihirli formülü “edep”. Dini anlamda ne kadar edepli yaşarsanız o oranda keşfiniz gelişebilir, derinlerdeki gizli bilgiler açığa çıkabilir, deniliyor.
“Hakikat hastalık gibidir, paylaşılmadıkça kurtulunmaz. Hakikat bizde kaldığı sürece hakikat olmaktan çıkar,” diyor Fransız düşünürü J.Baudrillard. Hakikat olduğuna inandığı düşünceleri aktarmada nasıl bir yöntem izlemeli insan?
Bizim geleneğimizde sohbet diye bir şey var. Tasavvuf çevrelerinde halen çok canlı olan sohbet hakikat bilgisinin şifai yöntemlerle paylaşılması yoludur.
İnsana has değer yargılarının görece ve değişken oluşu zenginlik midir; inanç tüm yargıları bünyesinde barındırabilir mi?
İslam inancında ümmet tabir edilen büyük topluluk içerisinde çok değişik mezhepler ve meşrepler bulunur. İnancın gereği olan, bunların ahenk içinde bulunmasıdır. Değişik zevkler, değişik meşrepler taşıyan tüm tasavvufi yollar bir tek yere çıkar: Allah’ın varlığı ve birliği. İnanç tüm tezat gibi görünen şeyleri birliğe endeksler.
Peki, farklılıklar inanç potasında erirken kendine has niteliklerini koruyabilirler mi?
Korurlar tabii. O bir zenginlik. Korurlar ama, bütün mesele yeterince tevhide endeksli olsun. Haramları helalleri gözeten bir anlayışa sahip olsun. Ferdiyet var. İslam dünyasında, İslam âleminde Müslüman bir insan için engin bir ferdiyet alanı var. Kendisini, meşrebini ve zevkini istediği gibi yaşayabileceği bir ferdiyet alanı… İslam’a uygunluk şartıyla tabii.
Seküler bilimin ebedi hayat inancını bir hezeyan olarak tarif etmesindeki maksat nedir?
Seküler bilim -çoğunluk pozitivist duruşuyla- âlemi görünen ve deney ile ölçülebilen niteliklerden ibaret sayar. Görünmeyene, aşkın manevi değerlere, ruha, Allah’ın varlığına yer tanımaz. Bunlara bel bağlayanlar bilim dışı, gerçek dışı şeylere itibar etmiş sayılır. Bu aklın indirgemeciliğinden ortaya çıkan bir durum. Kâinatta her şey akılla çözülmez. Sufiler kalpten bahsederler. Aşktan bahsederler. Muhabbetten. Kâinatın sırlarına nüfuz etmek için akıl yetersizdir. Vardır, önemlidir, fakat yetersizdir.
İnsanları burada yanılsamaya düşüren şey Batı’nın gelişmişliğinin akla veya bilime dayandığı düşüncesi mi?
Tembelliği anlık hazlarımızın yoğunlaştırıcısı, ana rahmindeki hayallerimizin güçlendiricisi olarak tanımlıyorsunuz. İnsan tembellikten nasıl kurtulur?
Tasavvuf adamları derler ki, tasavvuf yolu, insanı nefsi ile savaştırarak, pis adamı temiz, tembel adamı çalışkan, korkak adamı cesur yapar. Tasavvuf bir yöntemdir. Beş vakit namaz kılan biri aslında nefsi ile cihat ediyor demektir. Bu cihat yoğunlaştığı oranda iradeyi güçlendirir, insanı tembellikten kurtarır. Bütün mesele nefse muhalefet etmektir.
Kaderi Allah’ın mutlak bilgisi olarak düşünebilir miyiz? Sonuçta kendi irademizle karar veriyoruz.
Cüz’î irade var. Bir tasavvuf büyüğü şöyle anlatmıştı, cüz’î ve külli iradeyi: Bir uçak düşün. Uçak buradan Amsterdam’a gidiyor. Bu kaderdir. Bu çizgi kader çizgisidir. Uçağın içerisinde sağa sola kalkıp dolaşıyorsun. Bu cüz’î iradedir.
Batı, kaderin insanlara bir yaşam konforu getirdiğini ileri sürüyor. Bu bakışta bir çarpıklık görüyor musunuz?
Kader, bir sır. Üzerinde az konuşulan, az bilinen bir şey, İslam literatüründe benim bildiğim. Ama kadere konfor getiriyor falan demek… Kadere iman, imanın şartlarından biri. Onların konfor getiriyor diyerek saptırdığı şey, batıl bir şey. Bir rasyonalizasyon bu. Çok ters ve kötü bir rasyonalizasyon. İmanı da bir hurafe haline indirgiyor. Akılla her şeye ulaşabileceğini zanneden insanların, akılla vahyi tahrif etmeleri bu!
Fütürolojik bir öykü olan Şebek Romanı 2075 yılında hayali bir toplumda geçiyor ve yüksek teknolojinin insan psikolojisine etkilerini bilimkurgu, mizah, tasavvuf gibi üç öğeyi bir araya getirerek anlatıyor. Yüksek teknoloji büyük bir güç olmasının yanında, sinsi bir düşman mı? Şebek Romanı’nın ileride film olarak seyirci karşısına çıkmasını ister misiniz?
İleri teknoloji modern insanda olağanüstü bir üstünlük geliştiriyor. Bu da büyük bir kibre ve egoizme yol açıyor. Şebek Romanı geleceğin sinemacılarına ne ifade eder bilmem ama formasyonum gereği az çok senaryovari bir anlatıma başvurduğumun farkındayım.
“Oyunbaz, havai, vurdumduymaz olabilmek. Tam bir şebek olabilmek. Aklın, duyguların parazitlerinden kurtulup duyuları iyi çalıştırmak. Muhteşem Şebek İmparatorluğu’nun uyumlu, verimli, başarılı, buluş sahibi bir bireyi olabilmek.” Burada bir Türkiye özeti mi yaptınız?
Dünyadaki modern toplumun özeti.
Dinini sıkı sıkıya gizlemek zorunda kalmış insanlar var Şebek Romanı’nda. “Gizliliğin inancına kattığı ayrı bir gizemin tüm esrikliğini tadıyor,” ifadesini kullanıyorsunuz bu insanlar için. Gizlemek inanca daha büyük bir derinlik mi kazandırır?
Genel amaç gizlemek değil. Bazı istisnai durumlarda, çok ağır baskılar altında şiddet altında gizlemek zorunda kalanlar olmuştur. Ama benim Şebek Romanı’ndaki kahramanlarıma yönelttiğim bir gözlem, bir tespit bu. Gizlemenin ayrı bir gizem, ayrı bir derinlik kattığını öne sürmüşüm. Böyle bir tespitte bulunmuşum.
“Maymundan geldik, şebeği arıyoruz.” Burada ne demek istediniz?
Fantastik bir yakıştırma. Modern toplumun fantezileri… Modern toplum putları olan toplumdur. Bunlar benim hikâyemde bir mecaz olarak, biraz da Darwincilere atıfta bulunmak için maymuna, şebeğe bir yakınlık duyuyorlar. Bir simgeye bir puta dönüştürüyorlar.
İki ucun -ateizm ve imanın- hallerini yaşadınız. Bu, insanlara bakış açınızı nasıl etkiledi?
Her iki uçtaki insanın halinden anlamak. Bir esneklik, sosyal planda bir hareket genişliği ve bir “insiyatif”i getiriyor. Belki taassubu engelliyor.
Taassubu nasıl engelliyor?
İnsan kalbi yumuşuyor. İnsani durumlara karşı yumuşuyor. İnsanların ne büyük travmalara, dramlara düşebileceği ne büyük açmazları olabileceğini tanımış oluyor. Tanıklık etmiş oluyor.
Cehennem olarak bahsettiğiniz dönemi hiç yaşamamış olmayı tercih eder miydiniz. Böyle bir dönem yaşamamış kimi Müslümanların katı ve önyargılı olduğunu düşünüyor musunuz?
Cehennem olarak bahsettiğim dönem, imanıma en büyük vesile olmuştur. Ancak bu içerdiği acıdan ötürü çoğunluk için pek de temenni edilecek bir şey değil.
Kapitalist dünya çocukluğumuzdan itibaren hayatiyetini sürdürmenin ancak “güçlüden, kazanacak taraftan” yana olmakla mümkün olacağı düşüncesini empoze ediyor bize. Siz bu düşünceye karşılık materyalist insanın divanelik sayacağı bir tutum olan hayattayken ölmeyi tavsiye ediyorsunuz. Ölmek olgunluğun bir şartı mı?
Bu tavsiye benim kişisel tavsiyem değil. Hz. Mevlana, Hz. İbn-i Arabi başta olmak üzere tüm tasavvuf büyükleri derler ki, ölmeden önce ölünüz. Bu kaynağını hadisten alan bir ilkedir. Müthiş bir hayat formülüdür. Buradaki ölmek, enerjisini kaybetmek, durağanlaşmak, pasifleşmek değil insanın nefsini terbiye etmek, dünyevi hırslardan, şöhret, para, mevki gibi hırslardan kurtarmaktır. Nefs terbiye gördükçe insan Hakk’a, hakikate açılır. Ruh Allah’ın hayatiyet içeren “hayy” sıfatıyla sıfatlanıp olağanüstü bir güç ve dinamizm kazanır. Bu insan ruhunun hem olgunluğa hem de metafizik anlamda “ölümsüzlüğe” evrilmesinin temel koşuludur. Hayy olan bir ruh, ebediyette de diriliğini tüm gücüyle sürdürür. Yani paradoksal olarak ölmeden önce ölmek tam bir ölümsüzlüğe, sonsuz bir diriliğe aday olmaktır.
Küçük uğraşların, küçük tutkuların dünyasında hangi kuvvet insanları büyük bir erek etrafında toplayabilir?
İman. Derin bir adanmışlık duygusu, ilahî bir varlığa duyulan muhabbet, aşk. Allah’a ve Resulüne duyulan muhabbet ve aşk.
Zeynep Ural, Karabatak Dergisi, 2014
2 Comments