Abdullah Harmancı,1974 yılında Konya’da doğdu. 1996’da Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. ilk öyküsü 1995 yılında Dergah dergisinde yayınlandı. 2015 yılında Yazının Yükü/Nuri Pakdil’in “Edebiyat” Dergisi Üzerine Bir İnceleme başlıklı çalışmasıyla doçentlik unvanını aldı.
Gülhan Türkalp, okumayı, yazmayı, öğretmenliği seven ve her birine ayrı ayrı emek veren Abdullah Harmancı ile görüştü.
Ona yazarlık, akademisyenlik, yazarı besleyen arka odalar ve yazma süreci üzerine sorular sordu. Altı çizilesi cevaplar aldı.
Keyifli okumalar dileriz.
Klasik bir soruyla başlayalım isterseniz hocam. Yazmaya nasıl başladınız? Edebiyat türleri arasından neden öyküyü seçtiniz?
Okul sıralarındaki deneyimler yazıya istidadımızın olduğunu gösterdi. Yazdıklarımız insanların ilgisini çekiyordu. Babam edebiyat öğretmeniydi. Necip Fazıl okuyordu. Ben de ona çok özendim. Elimden Necip Fazıl hiç düşmedi. Ama şiirle devam etmedim. 1995 yılından itibaren dergilerde öykülerle gözüktüm.
Öykü şiirin bir adım gerisindedir. Ben buna inanıyorum. Şiir yazamayan öyküye düşer.
Bir söyleşinizde, yazarlık atölyesindeki öğrencilerinize “Burnunuzun ucundakini yazın.” dediğinizden bahsetmiştiniz. Tam olarak nedir kastettiğiniz?
Şunu kast ettim. Başlangıçta çok sevdiğimiz yazarların etkisinde kalırız. Onlar gibi yazarız. Onların gerçekliği hâkim olur bizim metinlerimize. Hâlbuki sen kendi gerçekliğini bulacaksın. Bu sanıldığı kadar kolay değil. Bunu başarmak için bir uyarılma gerekiyor bence.
Kendi sokağınızı görmeniz Çehov’un sokağını görmenizden daha zor.
Kendinize has bir üsluba sahipsiniz. Mesela Konya’da kullanılan bazı tabirler öykülerinizde sık sık geçiyor. Bir Konyalı olarak bu benim hoşuma gidiyor. Peki, bu tabirleri bilmeyen okurlarınızdan aksi yönde tepkiler aldığınız oluyor mu?
Son kitabımda bunu yaptım. Ama bunu abartmamak lazım. Aksi halde okurlara ulaşmak zor olur. Ulusal veya evrensel olmak zorlaşır. Ama yereli iyi görmek ve evrensele taşımak lazım. Bu gerekli. Dille ilgili değil söylediğim. Daha genel ve tematik belki.
Yazarlar her ne kadar kendi hayatlarından beslenseler de her yazdıklarını yaşamaları mümkün değil ama ben öykülerinizi okurken anlattığınız şeyler sanki sizin başınıza gelmiş gibi hissettim. Yani yazdıklarınıza ikna oldum. Bu da çok güzel bir şey. Peki, bunu nasıl başarıyorsunuz?
İnsan insandan başka bir varlığı yazamaz. Her yazdığı insana aittir. Edebiyat bence anımsatmadır. İnsanda var olan bir şeyi ona anımsatma. İnsan dünyaya gelmeden önce unutkanlık suyundan içti. İçmeseydi dünya bir imtihan yeri olmazdı. Çünkü olup bitenleri yani ruhumuzun maceralarını anımsardık.
Dünyaya unutmak üzere geldik. Ama sanat anımsatır. Sizde olanı size duyurur. Güzel olan her şey bize geçmiş dünyamızdan bir şey anımsatır. Ruhumuzun macerasından. Güzellik sanatta görüldüğü gibi doğada da görülür. Güzellikle karşılaşma insanda bir sezgi gücü doğurur. İşte bu sezgi gücü bize ilahi cilve gereği kapatılmış olan perdeleri aralattırır.
Bir koku bir ses bir ışıltı bir renk duyar veya görür veya duyumsarız. Herkeste bir kalp var. Hissederek yazdığınızda hissederek okunur. Yazarken kalbiniz köpürüyorsa okuyan da okurken kalbinin köpürdüğünü hisseder.
Üretken yazarların bir yazma ritüeli olduğu söylenir. Yani günün belli saatlerinde, belli ortamlarda, belli bir düzen içerisinde yazdıklarından bahsedilir. Sizin bir yazma ritüeliniz var mı? Yazmak için gereken şey sizce ilhamın gelmesi mi yoksa masa başına oturup bir yerden başlamak mı?
Öykü için konuşalım. Asla planlanamaz. Beklenmediktir. Her hafta oturup bir öykü yazayım denemez. Allah kapıları birkaç günlüğüne açıyor. İlham dediğimiz şey bu. Bize bir öykü ilhamı verilmiyor. Bize bir ilhamlı zaman veriliyor. Bu zaman içerisinde ne üretirsem üret. Ama
İlham bir kumar değil. Tombala değil. Torbadan çıkmıyor. Okumak. Beklemek. Tenhalaşmak. Sadeleşmek. Hafiflemek. Yalnız olmak gerekiyor. Gençlerde bir şey gözlemiyorum. Yalnız kalamıyorlar. Her yerde iki kişiler. Genelde böyle. Yalnız kalmadan üretemezsiniz.
Benim hayatta periyodik olarak yaptığım bir şey olmadı. Hep bazı zaman dilimlerinde yoğunlaşarak bir şeyler yazdım.
Sosyal medya hesaplarınızdan takip ettiğim üzere, son zamanlarda çok fazla film izliyorsunuz. Ve tabii okumalarınız da devam ediyor. İzlenilen filmlerin, okunan kitapların yazarları beslediğinden şüphe yok. Tüm bunların sizin yazma serüveninize katkısı ne ölçüde?
Ben her zaman çok film izledim. Sebebi bir dakikamı bile boşa geçirmemek isteğimdir. Okumaktan yorulunca yapacağınız en iyi şey gene film izlemek. Ama nasıl filmler? Eğlendiren ve zaman geçirten filmler değil. Elbette soru soran filmler. Estetik filmler. Okumak ne kadar gerekliyse filmler de o kadar gerekli. Sizi bir yerden alıp bir yere taşır. Bir sorunuzu cevaplar. Bir cevabınızı yok eder ve içinizi sorularla doldurur.
Öykü yazmak açısından düşünecek olursak yazar başka hangi kaynaklardan beslenmelidir?
Hayat ve sanat diyelim. Yaşarız ve okuruz. Yaşarız ve izleriz. Yaşarız ve yazarız. Sadece sanattan beslenmek tehlikelidir. Yapaylaşırsınız. Sadece hayattan beslenmek de tehlikelidir. Bu defa da arkaikleşirsiniz. İlkinde hayatı ikincisinde sanatın biçimsel yapısını ihmal etmiş olduğunuz için…
Çocuklara yönelik masallar yazdığınızı, üniversitede çocuk edebiyatı dersleri verdiğinizi ve çocuk edebiyatı üzerine okumalar yaptığınızı biliyoruz. Peki okurla buluşturmayı düşündüğünüz çocuk kitabınız olacak mı? 2021 yılında Allah nasip ederse bazı çocuk kitaplarım çıkacak. Ben özellikle 2018’den itibaren çocuk metinleri yazmaya başladım. Tabii öncesi de var. Ama 2018’de yoğunlaştı. Sonrası da geldi. Uzun zamandır hiçbir şey yazamıyorum. Geldiği zaman tam geliyor. Gittiği zaman da gidiyor. Belli bir süre o kadar çok çocuk metni yazdım ki… Bilgisayarın başında oturmaktan omuriliğim ağrıyordu. Ama kesinlikle istemekle ilgili değil bu
Yazmayı istemek uzun vadede sonuç verir. Yazmak, kısa vadede asla sizin kontrolünüzde değildir .
İki kardeşiniz daha sizin gibi hem yazar hem de akademisyen. Sizi okumaya ve yazmaya yönlendiren bir çevreden geldiğinizi düşündürüyor bu durum. Nasıl bir evde ve aile ortamında büyüdünüz?
Babam edebiyat öğretmeniydi. Annem ise irfan sahibi bir kadın. Doğrusu okumak ve yazmak dışında bir hayatımız olmadı. Bu pekiyi bir şey değil. Hayattan uzakta kaldık. Hayata yabancı. Naif kaldık. Belki de ikisi birden olmuyor. Hayata yönelseydik de edebiyat tarafımız zayıf olacaktı. Bilemiyorum. “Kendimizi sokaklara karşı denemedik.” Cumali Ünaldı’nın dediği gibi.
Dünya edebiyatına baktığımızda, öykü severlerin mutlaka okumasını tavsiye ettiğiniz öykücüler kimlerdir? Siz kendinizi tarz olarak en çok hangi yazarlara yakın buluyorsunuz?
Aslında dünya edebiyatından çokça eser okunuyor. Yazar okunuyor. Hatta biraz fazla okunuyor. Keşke yerli edebiyat da o kadar okunsa. Gençlerde yerli edebiyata bakış pek olumlu değil. Bence biz bunları yeniden düşünmeliyiz.
Çeviri edebiyat yayınları zirve dönemini yaşıyor. İyi hoş. Ama burada bir sorun var. Herkes Cortazar olmak istiyor. Kendi gerçekliğini yakalamak ve yerli ve yeni olmak gibi dertleri olmalı gençlerin…
Netyazı’da yeni bir atölyeye başladınız. Katılanlara yeni ufuklar açacak bir atölye olacağından eminim. Peki, katılanların bu atölyeden öğrenecekleri en kilit bilgi sizce nedir?
Bilgi yok. Bir bilgi aktarımı değil bizimki. Deneyim aktarımı. Yazar olmak isteyen olur. Kimse tutamaz. Yetenekli ama isteksiz gençler bir sonuç alamaz. Bana yetenek değil tutku lazım diyorum sürekli. İstemeli. İsteyen elde eder. Diyelim ki bir dostumuz var. Bana şöyle diyor: “Sana bir bahçeli ev alalım.” Ben de gülüyorum ve “Aaa ne güzel olur diyorum.” Aradan aylar geçiyor. Dostumuzla karşılaşıyoruz. “Hocam ne oldu bu ev işi?” diyor. Bense o zamana kadar o ev işini hiç düşünmemişim. “Gerçekten ya bana bir ev baksana.” diyorum. Bir altı ay da öyle geçiyor. Benim bahçeli ev alma isteğim ne kadar ciddi ise çoğu arkadaşımızın yazma isteği de o kadar ciddi. Ben onlara sen yazmalısın deyince hatırlıyorlar yazmaları gerektiğini. İsteyen ve çalışan tutar ve koparır. Altı saat hiç durmadan yazdığımı bilirim. Okuldan gelip uyumadan yazarak bir gece geçirip yeniden okula gittiğimi bilirim. Yazı atölyelerinde sürekli yaptığımız şey arkadaşlarımızın metinlerini okumak. Kritik etmek. Veya bir usta öykücünün metnini kritik etmek. Ben bir öykümü nasıl yazdığımı anlatıyorum arkadaşlara. Öykü önlerinde duruyor. Konu şuydu ben bunu şu şekilde öykü yaptım, diyorum. Aslında bu çok faydalı bir yöntem… Amerikan-vari bir yaratıcı yazarlık atölyesi değil benimki. “Tasvir etmeye kahramanınızın burnundan başlayın” filan gibi saçmalıklar yok.