1934 doğumlu Prof. Dr. Nurhan Atasoy, çalışan bir zihnin ve diri tutulan bir kalbin insan ruhunu nasıl genç tuttuğunu gösterdi hayatını şahit kılarak. 1953 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Güzel Sanatlar ve Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu, aynı üniversitede 39 yıl sanat tarihi dersleri verip altı yıl Edebiyat Fakültesi dekanlığı yaptı. 1997’de emekliye ayrılıp o tarihten beri birikimlerini kaleme almakla hayatına bir yazar olarak devam eden mümtaz bir akademisyen Prof. Dr. Nurhan Atasoy.
Rahşan Tekşen Nurhan Hanım’ı sizler için ziyaret etti, onun bir çeyizi andıran kıymetli çalışmaları üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.
Öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum.
Estağfirullah. Eksik olmayın.
Sanat tarihini seçmenizin, bu yolculuğa başlamanızın hikâyesini dinleyelim mi sizden?
Lise yıllarında, aslına bakarsanız ortaokuldan beri tarihten nefret ediyordum. Çünkü siyasî tarih ve ezbere dayanan tarih benim için çok ıstırap vericiydi. Ezberleme kabiliyetim yok çünkü. İkmale kalır, böyle idare ederdim. Ama son sınıflara geldiğimde bir tarih hocam oldu: Mediha Öğretmen. Daha çok kültür tarihi verdi bize. Onun fevkalade etkisi oldu. İşte o zaman zevk almaya başladım.
Hatta hatırlıyorum, Beyoğlu Kız Lisesi “Atatürk Kız Lisesi” diye isim alacaktı. Büyük törenler yapılacaktı bu vesileyle. O sırada ben de öğrenci olarak, öğrenci temsilcisi gibi -her zaman öyle faaliyetler yapardım- tarihî bir konuyu seçip konuşma yaptım. Şimdi tam olarak içeriğini hatırlamıyorum ama o hocamın o kadar etkisi vardı ki düşünün tarihten nefret eden bir çocuk, tarih konulu bir konuşma yapıyor. Bu epeyce bir değişim.
Sonra benim bu kültür tarihine yakınlığımı ablam gördü ve “Yeni açılan bölümlerden sanat tarihi diye bir bölüm var, biliyor musun? Farkında mısın?” dedi. Ablamın vesilesiyle haberdar oldum. O sırada Türk motifleri filan görmeye başladım. Onlar benim çok ilgimi çekti. Sonra liseden mezun olunca -ki aklıma koyduğumu yapan bir insanım; inatçı, ama kavga döğüş etmeden yaparım- doğrudan doğruya edebiyat fakültesine, kayıt bürosuna gittim ve sanat tarihi bölümüne kaydımı yaptırdım. Eve geldim ve “Ben üniversiteye kaydoldum.” dedim. İyi ettin, dediler. Kimse bir itirazda bulunmadı. Zaten bizim ailede üniversiteye gitmemek diye bir madde yoktur. Ailede herkes okumuş. Öyle bir seçenek söz konusu değildi. Böyle bir ailem var. Büyükbabamdan dolayı. Onun çocukları, torunlar, hepsi öyle… Ve çok severek okudum.
Çok severek okudum ama bir yandan yaramazlığım, bir yandan çocuk oluşum… Hâlâ çocuk tarafımı kaybetmemişimdir. Ve o çocuk tarafımı daha çok ortaya çıkardığım şeyler de Anadolu gezileri oluyordu. O sırada sanat tarihi bölümünden hoca, öğrenciler seçerdi ve Anadolu araştırmalarına çıkardık. Yalnız Anadolu değil tabiî, Trakya tarafı da var. Hocalar araştırma yapardı, bizler de yardım ederdik. Yardım ederken de tabiî öğreniyorsunuz. Bir çeşit uygulama, plan çıkartma, resim çekme… Prof. Erdman, Prof. Aslanapa gibi hocalarla hakikaten çok severek, çok zevkle çalıştım. Zaten o dört senenin sonunda da Profesör Erdman ısrarla asistan olarak almak istedi. Başka bir hocam da almak istedi beni. O sırada dekandı ve hayret edilecek bir şey var. Benden daha çalışkan, daha parlak öğrenciler vardı. Ama bilmiyorum neden beni seçtiler. Böyle paylaşılamaz bir şey gibi oldum. Galiba çok hareketli oluşum. Ondan dolayı herhalde… Böylece hem sanat tarihi eğitimi gördüm hem de Edebiyat Fakültesi’nde okudum ve orada kariyerime başladım. Edebiyat Fakültesi’nden de emekli oldum.
Yurtdışında hiç eğitimim yok. Özel kurumlarda eğitimim yok ama hakikaten azmedince bir şeyler yapabiliyorum. Mesela dil konusunda hocam İpşiroğlu “Almanca öğren.” dedi. “Peki, hocam.” dedim ve ders almaya başladım. Deli gibi çalışıyordum. Hocanın verdiği ödevin çok daha fazlasını yapıp götürüyordum. Böyle bir öğrenci az bulunur. Ondan sonra İngilizce’ye de çok gayret ettim. Hakikaten alnımın teriyle öğrendim. Mesela lise İngilizce’siyle o yazışmaları yapmak fevkalade zordur, imkânsızdır. Ama gelen mektuplardan öğrenerek, cevaplar hazırladım. Pof. Aslanapa Hoca’mın -Allah rahmet eylesin, hepsine rahmet olsun- mektupları gelirdi. “Nurhan, al bunu, oku.” derdi. Okurdum. Anlamadığım bir şey olursa sözlüğe bakarım. Hadi şuna böyle bir cevap yazalım, der. Ben birçok terimi, o gelen mektuplardan kalıp halinde alarak öğrenirdim. Çünkü okuduğunuzda anlıyorsunuz, ama onu kullanmak ayrı bir şey. İşte onu kullanılır hale getirmek için de hepsini yakalamak lazım. Böylece İngilizce’yi kendi kendime hallettim. Çok uzun zamandan beri dünyanın her tarafında İngilizce konferanslar veriyorum. Dediğim gibi hiçbir yabancı okulda okumadım.
Gayretle… Ben çok zeki bir insan değilim. Parlak zekâm yok. Ama azimliyim. Gençlere de ısrarla bunu söylüyorum. Azmederlerse her şeyi yapabilirler. Öncelikle bunu öğrenmeleri lazım: Azmederek başarmak.
Kitaplarınız birer tercüme eser gibi. Çünkü her birinde eşyanın dilini yazıya çevirmişsiniz. Çoğumuzun bir “hırka” olarak gördüğü giysiden bir hayat tarzı çıkararak bunu yazıya dökmüşsünüz. Hangi asırda, hangi maksatla, kimler tarafından giyildiği gibi nice bilgiyle… Bunu göz önüne alarak ömrünüzü adadığınız işe “sanat mütercimliği” de diyebilir miyiz?
Biliyorsunuz, Murat Bardakçı’yla Tarihin Arka Odası diye bir program yaptık. Murat, konuşturmazdı beni. Bir de sanat tarihine inanmayan biri. Beni kızdırmak için yapıyordu daha çok. Ben ona kızarsam ve kötü laf söylersem hoşuna gidiyordu. Bunu söyletmek için yapıyordu. Öyle şakalaşmak… O bana “Siz kültür tarihçisiniz.” diyordu. Bir bakıma haksız değil. Tabiî ki ben sanat tarihçisiyim. Sanat tarihi eğitimi aldım ve sanat tarihi öğrettim. Ama diğer sanat tarihçilerinden farklı olarak kültürel tarih içerikli bir tarafım var. Çünkü konuya merakım var.
Mesela Dolmabahçe Sarayı’na gidip geliyorum. Çok gittim, çalıştım, araştırdım. Benim orada en çok merak ettiğim şey, onun içinde nasıl yaşadıklarıydı. Bilmem kimin yatak odası diyor. O koskoca binada, koskoca bir odada, tavanı oldukça yüksek; kışı var bunun yazı var… Sonra mesafeler çok uzun. Orada bir insan nasıl yatıp da rahat edebilir? Onun yanında bir sürü insan yatıyor. O insanların yatakları nerede? Yer yatağı yapıyorlar. Yer yatakları nereye konuyor? Dolaplar var. Aynı yüklük gibi. Türk evindeki yüklüklerin fonksiyonunda büyük dolaplar var. O dolaplara kaldırılıyor, kapatılıyor. Sonra cibinlikle örtünüyor. Bir parça daha küçük hacimli. Vücut ısısıyla da ısınır. Nasıl ısındıkları; mangallar, daha sonra soba geliyor… İşte sadece mimarîyi, mimarî süslemeleri tarif etmek yerine ben bunların cevabını aramayı, bunları irdelemeyi tercih ettim.
Mesela çok merak ettiğim bir şey daha. Orada bir parça acıktınız, değil mi? Mutfaklar nerede? Neredeyse bir kilometre ötede. Yani oradan nasıl getirtirsiniz yiyecek bir şeyleri. Ben bunu araştırırken, her odanın belli aralıklarla küçücük mekânları var. Kahve ocağı gibi… İçinde tel dolabı, su küpleri, kahve pişirilebilecek yeri, kahvaltılık yiyecekleri olan… Bir de misafir geliyor mesela. Misafir kabul ediliyor, ne ikram ediliyor, nasıl kabul ediliyor. Bunları araştırdım hep. Nasıl ibadet ediyorlar? Tabiî bütün bunlar sanat tarihinin yanında kültür tarihine kaçıyor.
Mesela çadırlar. Bir sanat tarihçisi olarak Osmanlı çadırlarının süslemelerini, yapılışlarını ve mimarî yapılarını; çizimlerini yaparak, kâğıttan modellerini yaparak anladım. Çünkü çadırlar müzelerde parça halinde, rulolar halinde saklanıyor. Onları kurmak mümkün değil. Ama ben onların nasıl bir mimarî yapı oluşturduklarını merak ediyorum. Bunun çaresi de nedir? Açarsınız her bir parçayı, ayrı ayrı ölçersiniz. Ondan sonra akşamları oturup onu ölçekli olarak kâğıtta birleştiriyorum. Nasıl bir mekân oluşturuyorlar, onu görüyorum. Bu mimarî açıdan… Ama bir de bunun içinde nasıl yaşıyorlardı? Nasıl yıkanıyorlardı? Nasıl yemek pişiriyorlardı? Nerede pişiriyorlardı? Bütün bunları da merak ediyordum.
Padişahın en sevdiği atlarını yanında götürdüğü, yakınında tuttuğu… Bir sürü atı var ama ahırda tutuluyor. En sevdikleriyse yanında. Yakınında bir çadır ahırı var. Onu buldum. Yani yaşamları. Yıkanırken neler kullanmışlar, belgelerde onları buldum. Böyle belgelerle ve tarihî kaynaklarla beslenerek çalıştım. İşte öyle bir sanat tarihçiliği… Ama kültür! Osmanlı yaşamı için de epeyce bir hizmet oldu galiba.
Sarayda da olsa yer minderinde yatıyorlardı, dediniz. Bir hayat tercihini tarif ettiniz. Bunun arkasında yatan şey nedir?
Çadır yaşantısı dediğimizde koskoca bir otağ taşınıyor. Seferlerde bunlar yedi yüz deve ile taşınıyor. Çadırlar çok ağır. Ben merak edip kurşun kantarı ile bir parçayı tarttırdım. Bir orta büyüklükteki çadır tavanı 300 kilo geldi. Peki, bunlar nasıl taşınıyor, nasıl kuruluyor? Büyük bir organizasyon gerekli ama bunun gerisinde göçebe kültürü var, ta Orta Asya’dan gelen göçebe kültürü.
Dolmabahçe Sarayı’ndan bahsettim. Dıştan ve içteki büyük salonları, döşeme tarzı ile Avrupa sarayları görünümünde ama dikkatlice bakıldığında Dolmabahçe Sarayı’nda Türk yaşamı geleneklere dayalı yaşam tarzına uydurulmuş o kadar çok şey var ki! Onu şimdi insanlar şöyle bir gözle gezdikleri için fark edemiyorlar. Mesela sedir. Artık modernleştirilmiş, başka bir şekle girmiş. Leğen, ibrik alçak sedirde otururken yaşlıların yahut bazı kişilerin ellerini yıkamak için kullandıkları bir eşya. O kişi koltuğa oturduğu zaman hâlâ leğen, ibrik kullanıyor. Ama o leğen, ibriğe ayak yapıp yükseltmiş ve ondan vazgeçmemiş. Ondan sonra haremin en iç taraflarına gittiğiniz zaman orada bütün minderleri ve sedirleri görüyorsunuz. Minderlerden vazgeçilmemiş. Türk yaşamının bütün izlerini buluyorsunuz. Bunun gibi daha çok örnek var.
Mesela okul odasında normal masalar var. Çünkü Fransızca öğreniyor, modern ilimleri öğreniyor. Ama onun yanında tarih öğreniyor, Kur’ân öğreniyor. Kur’ân öğrendiği zaman da orada bir sürü rahle var, yere oturuyor. Yani iki türlü yaşamı birleştiren bir hayat tarzı var orada. Bütün bunları görmek çok enteresan. Topkapı Sarayı’yla ikisini karşılaştırarak benzerliklerini buldum. Yaşamı göz ardı etmemek lazım. Mimarî, diyoruz. Mimarî niçin var? İnsanın yaşamı için. Yahut baktığı şeyler yine insanlar için, anlamaları için. Her bir eşya onların kullanımı için. Yalnızca dış görünüşünü değil, onun kullanım şeklini de düşünerek daha iyi anlamak lazım.
Peki dediğiniz gibi sedirden vazgeçti, koltuğa geçti. Leğen, ibrikten vazgeçmedi ona da ayak yaptı. Batı’ya öykünerek yaptığı bu değişiklikler hakkında yavaş yavaş kan kaybedildiğini söyleyebilir miyiz?
Kan kaybetmek değil, yaşamı değiştirmektir. Kendi kendine değişim zaten oluyor. Şu yönde oluyor, bu yönde oluyor, ama oluyor… Bu değişim nasıl oluyor, bu değişim olurken geride neler bırakılıyor, neler yaşatılmaya devam ediyor, bunu görmek lazım. Yani değişmeyen tek şey değişimin kendisi.
Bozulmak da mı diyemeyiz?
Bozulmak olarak da düşünmemek lazım. Tabiî bazı şeyleri de bozulmak olarak söyleyebiliriz. Eski terbiyeyi meselâ. Ona ben artık değişim diyemeyeceğim. Bozulmak diyeceğim ama genel anlamda her şey değişimdir. Fakat biz değişmesine üzüldüğümüz şeyler için “kaybettiğimiz” diyoruz. Öyle değil mi? “Kaybettiğimiz, unuttuğumuz” diyoruz ama o da değişimin bir kaçınılmazı. Ben hoplar zıplardım, şimdi bastonla yürüyorum bakın.
ÖĞRENCİLERİME BİR ŞEYLER ÖĞRETEBİLMEM İÇİN ÖNCE BENİM ÖĞRENMEM GEREKİR
Allah size uzun ömürler versin efendim. Askerî Müze’de bir çadır sergisi de açtınız. Epey meşakkatli bir süreç olmalı; izinler, icraat, süreç… Sizden dinleyelim mi?
Öğrencilerime bir şeyler öğretebilmem için önce benim öğrenmem gerekir diye düşünüyordum. Kendi ülkemdeki çadırları görmeden Macaristan’a, Polonya’ya, Almanya’ya gitmenin ne anlamı var? Tabiî her fırsatta bundan bahsediyorum. 77’de Askerî Müze asistanlarından Cenap Çürük ve Ersin Çiçek, Tophane’de depo sayımı yapılacağını ve bu fırsatı kaçırmamamı söylediler. Bu envanter sayımı benim için büyük bir şans oldu. Görebildiğim kadar çok çadır gördüm orada. Küçük bir makineyle çekebildiğim kadar resim çektim. Fakat kâfi gelmiyordu, çünkü çadırları sadece göz ucuyla görebiliyordum. Tabiî toz toprak içinde kalıyorduk, o da ayrı.
82’de Kültür Bakanlığı tarafından Avrupa Konseyi’nin sanat sergisinin organizasyon komitesi başkanlığına getirildim. Askerî müzede bir sergi açmak için hemen bir izin talebi yazısı hazırlayıp genelkurmaya gönderdim. Tabiî beni bekleyen zorlukları da hesap ediyorum bir yandan. Bina henüz hazır değil. Çadırların Tophane’den müzeye nakli, onları taşıyacak insanların bulunması. Bir sayebanın tavan parçası 330 kilo. Çadırların seçimi, restorasyonu. O sırada tesadüfen Kültür Bakanlığı’nın misafiri olan iki Avusturyalı tekstil konservatörünü Askerî Müze’ye götürdüm, yardım istedim. Bağışlarla, çadırların restorasyonu için lazım olan ip ve kumaşları Marmara Üniversitesi’nde boyayıp hazırladık. Avusturyalılar da bir tezgâh hazırladılar. Gündelikle çalışacak kızlar bulduk ve çadırları restore edip hazırladık.
Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu’yla birlikte Habertürk’te Tarihin Arka Odaları programını sundunuz. Programa başlamanızın ve programdan ayrılmanızın hikâyesini dinlesek… Bir de televizyon kitaba göre kitlelere daha hızlı ulaşan bir araç. İzleyicilerin tepkileri nasıl oldu?
Murat Bardakçı’nın programında birisi benim adımı vermeden ama beni tarif ederek, bir mezar taşının yurt dışında satışını yaptırdığımı ima etti. Bu haberi aldıktan sonra, eski bir dostum olan Murat Bardakçı’yı arayıp onun programına çıkmak istediğimi söyledim. Önce söz konusu olan yayını arşivden inceledim ve programa çıktım. Söz konusu mezar taşını gerçekten ben keşfetmiş ve o sırada organizasyon başkanı olduğum Avrupa Konseyi Sanat sergisi dizisinde “Anadolu Medeniyeti” sergilerinden biri olan “Çağlar Boyu Mezar Taşı” sergisine koymuştum. Bu mezar taşı daha sonra Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne kazandırıldı. Elimde müzenin bir yayını vardı ve ilk sayfalarına bu mezar taşının fotoğrafı alınmıştı. Bu yayında aynı müzeye kazandırdığım iki çadırdan da söz ederek müze kayıtlarını gösterdim. Murat Bardakçı beni programda devamlı görmek istedi ve TV maceram böylece başladı. Programlarda pek konuşamadım ama sanat tarihine merak uyandırdım sanırım.
Eserlerinizi okuyanlar yüzlerce minyatürün, mezar taşının, yazma eserin izlerini görecekler kitaplarınızda. Bir de mesela bir minyatürün ekrana yansıdığını, elinizde bir çubukla tek tek her detayı mercek altına alarak anlattığınızı görecekler; pazubent, teslim taşı, cilbent, nefir… Kaybettiğimiz bir lügati de bize geri veriyorsunuz bu anlamda. Bu terminolojinin en azından zaptedilmesi, akıllarda kalması mümkün mü sizce?
Çok çok okursak akılda kalır. Ben Karamemi’nin yaptığı kitap süslemesi, halkâr ve koltuk süslemelerini tahlil ettim. Daha önce tezhiple ilgili yazılmış kitaplara baktım. Eski deyimleri bulmak çok değerli olurdu. Maalesef onlardan çok az var. Prof. Süheyl Ünver, Allah gani gani rahmet eylesin, çok sevdiğim, çok saydığım ve bizim çok şey borçlu olduğumuz bir büyüğümüz. Onun yazılarındaki terimler benim için çok önemli. Çünkü o belli bir devirde yaşamış ve bazı şeyleri yakalamış bir adam. Ama onun dışında, daha sonra gelen gençler var. Onlar bir parça bu deyimleri oluşturmuşlar. Eski deyimleri bilemedikleri için -sadece onların kabahati değil tabiî- unutulduğu için, yaşatılmadığı için kullanmamışlar. Ben bilmediğim kelimeler yerine, herhangi bir şeyi gördüğüm zaman nasıl anlatıyorsam, o dilde anlattım ve yazdım. Uydurmak yerine anlatmayı tercih ettim. Ama bulursam, mesela duvarlarda nişler var. Celal Esat Arseven’in kitabında rastladım “sakçagözü” diyor. Bayıldım! Şimdi her fırsatta “sakçagözü” diyorum ki insanların aklında kalsın. Onlar da bunu kullansın. Çok güzel değil mi?
Bu anlamda kültür tarihinin aslında bize zengin bir lügat sunmuş olduğunu da görüyoruz.
Bizde eksik olan şey bu. Batılıların her şeyine bayılmam ama bir şeyine çok imreniyorum. Dil kurumu da kısmen yapıyor bunu belki ama daha çok yapmalarını ümit ediyorum. Her devirden önemli yazılı kaynakları alıp bütün kelimeleri -artık bilgisayarlarla bazı şeyler çok daha kolay yapılıyor- bilgisayara geçirip hangi kelime hangi yüzyılda kullanılmış bunu tespit ediyorlar. İmrendiğimi söylediğim şey bu. Mesela falanca kelime Shakespeare’de hiç geçmiyor, demek ki Shakespeare’den daha sonra kullanılmaya başlamış. Ya ondan sonra bulunmuş yahut ondan sonra keşfedilip kullanılmaya başlamış. Bir tarih veriyor bize. Ben isterdim ki bizde de falanca kelime Dede Korkut’ta geçer, denebilsin. Mesela sakçagözünün tarihini… Öyle sözlükler var ki İngilizce’de, bunları bulabiliyorsunuz. Böyle şeyler olsun isterdim. İnşallah yaparlar.
Kitaplarınız kendi alanında neredeyse birer ilk. Çünkü bu alanlarda ciddi anlamda kalem oynatan kimselerin olmadığını görüyoruz. Yanılıyorsak düzeltin lütfen. Bu neyin eksikliği ya da nasıl bir zihin yapısının işaretidir sizce?
Ben talihliyim. Daha önce pek değinilmemiş konulara ilgi duydum. Çok çalıştım. Kitaplar yazıp öğrendiklerimi okuyucularımla paylaştım.
Harem kitabınız Michael D. Sheridan tarafından İngilizce’ye çevrildi. Misyonerlerin özellikle ilgilendiği ve çarpıtarak yansıttığı Harem’in dünya diline çevrilmesi ve doğru bir dille anlatılması oldukça önemli bir çalışma. Bu çevirinin hikâyesinden de söz edebilir miyiz?
Harem’e tüm batı dünyası, her kesimi ile büyük bir ilgi duymuş tarih boyunca. Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi İstanbul’a gelen gezginler, Avrupa devletlerinin elçilik heyetlerindekiler Türklerin yaşamı yanında Harem hakkında da bilgi toplamaya çalışmışlardır. Tabiî ki Harem’in yanından bile geçememişler ve anlatılanları dinleyip tekrar yazmışlardır. Dolayısıyla bunların hiçbiri itibar edilecek bilgiler içermez.
Sanat tarihçisi demek, hamal ve fotoğrafçı demektir, demişsiniz. Nedir sanat tarihçisini hamal ve fotoğrafçı yapan?
Aaa tabii! Hammal[1] ve fotoğrafçı olmak zorundadır. Ben hiç kimsenin bu ahşap evlerin yüzüne bakmadığı bir zamanda “Yahu bu evler gidiyor, kalmıyor!” diye bir telaş içindeydim. O sırada da Avrupa Sanatı Kürsüsü’ndeyim. Öğrencilere “Boş verin. Türk sanatında değilsiniz, ama boş verin. Ahşap evlerle ilgili tez yapın.” dedim. Ahşap evleri tez vermeye başladım. Meslektaşlarımın arkamdan neler söylediklerini duymuyordum. Bana ne! Ne derlerse desinler! Benim derdim şu: Ahşap evler yıkılmadan hiç olmazsa resimleri çekilmiş olsun. Bir öğrencime Beşiktaş’taki bütün ahşap evleri tez verdim. Bir öğrencime Bakırköy’deki ahşap evleri verdim. Efendim, kendim de Kuruçeşme’yi, Zeyrek’i sokak sokak gezip ahşap evlerin resmini çektim. Ama boynumda iki tane fotoğraf makinesi. Ben Nikon kullanıyordum hep. İki Nikon. Bir gün, tartayım, dedim, boynumda kaç kilo taşıyorum. Bir tarttım ki on iki kilo! O zaman büyük ve ağırdı makineler. Allah aşkına, on iki kiloyu hayvanın boynuna assan ıhlar. Onunla bütün sokakları gezip resim çekiyordum. Mahallenin bütün çocukları peşime takılıyor. Niye bu eski evleri çekiyorsun, bak burada güzel apartmanlar var, diyenler, fikir beyan edenler… Yanımda bir Japon öğrencim vardı. Onun için “Aaa bu Japon mu?” Hiç sesini çıkarma, diyordum ona. Tatar, diyordum. Çünkü bir de onun için laf yetiştirmek var insanlara. Sokak sokak boynuna bunları takıp gezer, fotoğraflarsın.
Anadolu’ya gidiyorsun keza böyle. Düşünün halimizi. Avrupa ve Amerika’da üç fotoğraf makinası ile müze müze gezip Osmanlı kumaşlarının resimlerini çektim. İçi lens dolu fotoğraf çantam ayrılmaz parçamdı. İşte bu yaşam tarzı fotoğrafçı-hammal değil de nedir?
Şimdi hammallığı kaldırdım. Artık prensip olarak profesyonel fotoğrafçı istiyorum. Çünkü ben ilk defa hem güzel, yani resimleri profesyonel çekilmiş, hem bilgisi ağır kitaplar hazırlamak istedim. Eski kitaplara bakın, minyatürler küçücük. Bakarsınız, hiçbir şey fark edemezsiniz, hiçbir şey göremezsiniz. Artık öyle kitap yapmak istemiyorum. Fakat benim bu söylediğim de çok pahalıya mal olan bir şey. Bunun için de tabiî para bulmak ıstırabı başlıyor. Yani ille bir ıstırap var. Ha böyle, ha şöyle… Ama bir de şunu düşünüyorum. Biz güzel şeylerle uğraşıyoruz. Allah’a bin şükür. Bunları yazıyorsak ve yayınlıyorsak, onlara layık olacak şekilde güzel hazırlamak zorundayız. Matrakçı Nasuh’un eseri Menâzilnâme’yle Muhibbi Divanı-Karamemi o kadar içime sindi ki! Harikulade basıldı. Tıpkıbasımları yapıldı. Arkamda bıraktığım araştırmacılara ve Türk milletine güzel bir miras olduğunu düşünüyorum.
Niye böyle düşünüyorum? Çünkü bu eserler mıncık mıncık edilmemeli. Ama çok araştırmacı tarafından da çalışılmasını istiyorum. Bunu da ancak çok iyi, fevkalade yapılmış tıpkıbasımıyla temin edebilirsiniz. Kitabı satın alamıyorsa kütüphaneye gider, tıpkıbasımını alır önüne. Çünkü bunlar kolay alınacak şeyler değil. Yeter ki araştırsın! Bunlarda daha yazılacak o kadar çok şey var ki. Matrakçı’da daha araştırılacak o kadar çeşitli konu var ki! İşte onlara imkân bırakıyorum ben. Öyle hissediyorum. Belki kendi yaptığım işi gözümde büyütüyorum. Çektiğim bütün sıkıntılar… Allah razı olsun Mas Matbaası’ndan da. Bu kadar anlayış! Hizmet etmek için yaptılar tabiî. Yoksa bunların masrafı öyle altından kalkılabilecek gibi değil. Hele bu devirde…
Araştırılacak, yazılacak yeni bir konu keşfettiğinizde hissettiğiniz heyecandan bahsetsek biraz. Kadim bir şehrin kalıntılarına rastlamış arkeolog gibi mi oluyorsunuz? Nasıl bir duygudur bu?
Arkeologlardan fazla heyecanlanırım ve çalışmaya başladığımda nerdeyse yakınlarımla yeni projem hakkında konuşur dururum. Onu bitirip yenisine başladığımda gene aynı heyecanla sarılırım yeni konuma.
Ekibinizi oluştururken hangi vasıflara dikkat ettiniz? Ekiple çalışmak işinizi kolaylaştırdığı gibi zorlaştırmış da olabilir. Bunlardan bahsedebilir miyiz biraz?
Ağırkanlı insanlarla çalışamam. Heyecanımı paylaşacak ve leb demeden leblebiyi anlayacak insanlarla çalışabilirim. Yanımda çalışmak isteyen çok oluyor. Fakat bunlara işi öğretmek, yapmaktan daha uzun süreceği için almadığım gibi benimle çalışanın benim çalışma saatlerime uyması da gerekiyor ki bu da onlar için zor oluyor. Ancak şu anda fevkalade bilgili ve çalışkan üç asistanım var ve onlardan çok ama çok memnunum. Maşaallah, diyeyim.
Anadolu seyahatlerinizde evlere konuk olup insanların eski eşyalarını incelediniz. Bu insanlara nasıl ulaştınız? Onların size karşı tepkileri nasıldı? Aklınızdan hiç silinmeyen bir hatıranızı bizimle paylaşsanız…
“İpek: Osmanlı Dokuma Sanatı” Kitabı İçin Yirmi Ülke Gezdim
Her proje için bir yol buluyorum. Daha sonra nasıl ulaştığımı bile unutuyorum. Mesela Diyarbakır’daki Süryani kiliselerini merak ediyordum. Hollanda Konsolosluğu’nda tesadüfen bir Süryani papazla tanışıp ahbaplık ettim ve onun yoluyla Diyarbakır’daki tüm bağlantılarımı kurdum. Allah razı olsun. Şimdi, bu papaz kimdi, diye sormayın, unuttum gitti. Bunun gibi yoluma iyi ve faydalı insanlar çıktı kendiliğinden.
Herhangi bir insanın işini sevmesini aşkın bir şey öğrendik sizin hakkınızda. Fotoğraf makinesi almak için babanızdan kalan evi satmışsınız, doğru mu bu?
Evet, sattım doğru. Bir daire sattım, o zaman Bostancı’da idik. Üniversite kütüphanesinde Abdülhamid albümleri vardır. Dokuz yüz albüm var orada. Otuz beş bin, otuz altı bine yakın fotoğraf var o albümlerin içinde. Beş kişilik bir grup kurdum ve onların kataloğunu yaptık. Resimler çekmeye başladım. Benim ilgimi çeken resimlerin tekrar resimlerini çektik. İşte o zaman fotoğraf makinesi almak istiyorum, karanlık oda istiyorum, stand istiyorum… Bunların hepsi için babamın verdiği daireyi sattım, aldım. Ondan sonra da ödüm patlıyor, babam soracak diye. Allah rahmet eylesin. Her şeyi fark ederdi de yüzümüze vurmazdı. Çok korkusunu çektim ama hiç yüzüme vurmadı. Bitiverdi para! Nasıl oldu bilmiyorum. Üst baş almak filan yok bende. Zaten o devirde bir şeye heveslensem kendim dikiyordum. Bir daire daha sattım, ama o başka sebepten.
Etrafımda çok da iyi fotoğrafçılar vardı arkadaşlarımdan. Ona soruyorum, buna soruyorum. Hiç eğitim de almadım. Ama o kadar güzel çekmişim ki o albüm fotoğraflarını, pırıl pırıl. Bazı fotoğraflar var ki mesela “İpek: Osmanlı Dokuma Sanatı” kitabı için yirmi ülke gezdim ben. Bir ekip halinde çalıştım ama araştırma fotoğraflarının hemen hepsini kendim çektim. Gidip Osmanlı ipeği bulduğum yerleri nasıl bulduğumu bana sormayın, çünkü pek azını hatırlıyorum.
Bir kere böyle bir çalışmada ne var ne yokun cevabını hafızanıza yazamazsınız. Ne yapacaksınız? Resim çekeceksiniz. Nasıl resim çekeceksiniz? Yine bir grup kurmuştum dört kişilik. Herkes bir ucundan tutacaktı güya. Çoğu üzerimde kaldı ya, o başka mesele. Şimdi onlara da görüntü vermek lazım. Ne için kullanılabileceğine göre; işte konferans için kullanılır, şunun için, bunun için… Bu seyahatlerde bir arkadaşım da dokuma tekniklerini inceliyordu. O da bir mikroskop istedi, ipeği inceleyebilecek tipte bir mikroskop. O bir çantada, kauçuklara sarılmış… Bir çantada da benim makinem, lensler ve saire dolu… Birer de valizimiz var. Böyle ikimizin bir seyahati var. Şimdiki valizler daha kolay. O zamanki valizlerle Allaah! Onlarla az buz seyahat etmedim. Sonra o da gelmedi. Ben tek başıma bu seyahatlerde onları çok çektim. Bazı resimleri yayında bile kullandık.
Öyle yerler oldu ki mesela bir manastırda çekmiştim. Bazı yerlerde profesörler manastırlara fotoğrafçı göndermeye çalıştı; kimi mümkün oldu kimi olmadı. O zaman benim fotoğraflara kaldık. Yalnız yolculuk meselesi değil. Uçakla git ve bitsin. Şehir içinde değil ki gittiğiniz yer, dağ başında. Oraya gitmek bir daha mümkün değil. Mesela Polonya’da bir köy kilisesine gittik. Yahu ne kadar güzel şeyler var! Türk kumaşı serâser… Şahane! Kilise elbisesi yapılmış. Ondan sonra bir başka yerde buldum, aynı desen Kremlin’de gördüğüm bir kumaştaydı. Ve burada Fatih devrinden kalma bir yazma var, yazmanın içini ipek kaplamışlar. Onun içindeki desen de aynı! Baka kaldım; o mu, o mu? Resmini çekip aldım. O köy kilisesine bir daha gidip onu tekrar bulmak mümkün değil. Adını bile unuttuk gittiğimiz yerin. Onu da kullandık kitapta. Yani bunlar için iki bine yakın resim çekmişimdir. Az buz iş değil. Allah aşkına, akıl kârı iş değil! Deli, desinler, doğru. Deliyim yani, ne yapalım. Benimki de böyle gidiyor. Çok daha iyi valla. Allah akıllılık vermesin.
Etrafınızdaki insanların size karşı tepkisi nasıl oldu peki? Çünkü masa başı işi değil, kelimenin tam anlamıyla alan işçiliği.
Sonra da oturuyorum, kazık kakıyorum. Öyle ki kalktığım zaman -tabiî gençken- dizlerim tutuluyordu. O kadar uzun saatler çalışıyordum ki. Gece çalışıyordum. Şimdi geceleri o kadar çok çalışamıyorum. İşte bu da böyle bir deli diye bakıyorlardı. Ama birçok insan da imreniyordu. Kıskananlar da oluyordu. Nurhan’ın çok arkadaşı, dostu vardır, diye arkamdan laf edenler… Ayol, çarşı pazarda satılmıyor dostlar. Onu sen “dost” ediniyorsun. Sonra o kadar enteresan bir şey ki yabancı ülkelerde çok dost edindim. Bazıları Türkleri hiç sevmiyordu. Beni tanıdıktan, benimle dost olduktan sonra Türk sever oldular. Türk sanatını sever oldular. Ben bunu hep söylüyorum: Düşmandan dost kazanmak! Kişisel ilişkilerle de vatana hizmet edilir ve dost kazandırılır.
Gittiğim her yerde enteresan bir şey bulduğum zaman asla kendime saklamam. Onu yazarım ve oradakilerle de paylaşırım. Hepsine “Gelin bakın, şu şöyle, bu böyle.” derim. Polonya’da mesela silahlar üzerine, Türk desenleri üzerine… Oradaki uzman gençlere, gördüğüm her özelliği anlattım. Onlar ellerindeki malzemenin ne olduğunu daha iyi anlarlarsa onu daha çok severler, onunla ilgili daha güzel yazılar yazarlar. Bu, Türkleri sevdirmenin bir yoludur. Türk kültürünü sevdireceksin. Bunun için de onlara iyi tanıtacaksın. Her fırsatı kullanacaksın. Ben bunu vatanî görev gibi yapıyorum. Hakikaten bunlar bizim görevimiz. Kimi silahla vatana hizmet eder, kimi kalemle, kimi sokakları süpürerek… Hiç fark yok. Ben kendimi hiçbir zaman onlardan ayrı hissetmiyorum. Sadece işini seveceksin ve helalinden yapacaksın. Her işi helalinden yapacaksın. Yaparmış gibi yapmayacaksın. Çok önemli bence.
Bana torunlarımın bazıları “Biz yapamayız, sanat tarihi çok zor.” diyor. Her iş çok zor. Dosdoğru yaparsanız, aklınızı ve kalbinizi koyarsanız, her iş zor. Ucundan tutarsanız, her iş kolay. Tercih meselesi.
Harem’i anlattığınız kitabınızda bir ayna resmi görmüştüm. Kıymetli taşlarla süslenmiş ve İslam harfleriyle etrafına Farsça beyitler yazılmış. Yani dini ile sanatını ortak bir zeminde buluşturmuş. Uzmanlık alanınız hem Osmanlı sanatı hem de İslam sanatı olduğu için soruyorum, böyle bir ayırım yapmaya gerek var mı? Ya da ikisi arasındaki fark nasıl tarif edilebilir?
İslam sanatı bütün İslam ülkelerinde gelişmiş, ortak özellikler gösteren bir sanattır. Osmanlı sanatı, onun içinde kendine ayrı özellikler yaratan bir sanattır. Ispanak yemeği gibi söyleyeyim. Herkes yapıyor. Ama birisinin yaptığı yemeğin tadı başka türlü oluyor. Salçası ayrı, kıyması ayrı, doğranışı bile ayrı… İşte fark bu! Aynı konuyu işliyor, aynı motifleri kullanıyor, ama tadı farklı. Bu el farkı, yani üslup farkı.
Tabiî burada dinî görüşlerin yansıması da var. Geçmişine ait gelenekler var. Yaşatılmış gelenekler. Türk-Osmanlı sanatında bile hâlâ Orta Asya’dan gelmiş olan bazı unsurları bulabilirsiniz. O işte geçmişe bağlı, İslam öncesine ait, ama eski geleneğin devamı. Dinî konularda çok ortak taraflar da var. Ama o dinî konuların verilişinde aynı konu, aynı hikâye başka İslam ülkelerinde başka bir zevkle, başka bir görüntüyle yapılmış. Hatta motifleri bile farklı olabilir.
“Çintemani” dediğimiz şey, bir uzak doğu motifidir. Timur devrine bak, dünya kadar var onlardan. Osmanlılar onu alıp o kadar çok çeşitli varyasyonunu yapmışlar ki! İnanılmaz, akla gelemeyecek, tasavvur edilemeyecek kadar çeşitli varyasyonları var. Baktığınız zaman “Bu Türk sanatı.” diyorsunuz. Çünkü Türk zevkini vermiş ona.
Osmanlı hem sarayı hem tekkeyi içinde barındıran bir medeniyet. Baktığımız zaman saraydaki şatafatlı yaşamla tekkedeki mütevazı yaşam, birbirinden farklı iki dünya. Bu iki zıt kutbu bir arada tutan şey nedir?
O “şatafatlı” dediğiniz yaşam, aslına bakarsanız Osmanlı sarayı Batı dünyasındaki saraylardan çok farklıdır. Öyle büyük, gösterişli binalar yoktur. Çok küçük ölçekli mekânlar. Versay’daki o büyük salonlardan bir tanesi var mı Topkapı Sarayı’nda? Batı’ya özenilmiş Dolmabahçe Sarayı’nda var, ama Yıldız Sarayı’nda bile yok. O da artık gelenekselden uzaklaşmış.
Topkapı Sarayı’ndaki o şatafatın aslı, bir kuvvet gösterisidir. O da törenlerde var. Mesela çadır önünde tahta çıkış töreni yapılıyor. Nasıl yapılıyor? Çadırın içi süslemeli, dışı süslemeli değil. Çadırın ön parçaları yana açılıyor ve bütün güzel süslemeleri gösteriliyor. En iç tarafı görünmesin diye de arka tarafına perde konuyor. Tören bunun önünde yapılıyor. Ayrıca etrafına sayvanlar konuyor. Onu da bırak, törene gelen, teşrifata göre dizilmiş insanları düşün. Hepsi koca kavuklarıyla, tören kıyafetiyle protokole göre bir diziliyorlar ve orada şahane bir sahne oluşturuyorlar. Onlar dağıldı mı her şey bitiyor.
Tahtlar bile -ki bir iki tane tahtımız dışında- âdi tahtadandır. Ama nasıl olur biliyor musun? Onun üstüne bir minder koyar, o minder çok güzel kumaştandır, yastıklar koyar, böyle baka kalırsınız. Bahçe köşklerinde de aynı şeyler var. Bahçe köşkleri mefruşatı ayrıca saklanıyor. Padişah bir günlüğüne gidiyor, ama o geldiği zaman o kütü şey, birden bire bir taht halini alıyor.
Yani tekke diyorsun ya, bu Muhibbi Divanı’nda şiirlerin çoğu tasavvufî şiirlerdir. Hepsinin kafasında tasavvufî düşünceler hâkimdir. Ama onun yanında gösteriş yapar; savaştır, düşmandır, elçidir, halkı etkilemektir… Batı gibi değil. Bu bir dünya görüşü. Zevki de içinde, tevazuu da içinde.
Her Çalışmam Bir Sefer: Kendimle Savaşıyorum
Savaş için yapılan hazırlıklara “sefer” diyoruz. Siz de çalışmalarınız için yaptığınız yolculuklara -ki yaklaşık yirmi ülke ve yetmiş müze gezmişsiniz- sefer diyorsunuz; Birinci Çadır Seferi, İkinci İpek Seferi… Siz kiminle savaşıyorsunuz?
Kendimle savaşıyorum, yollarla savaşıyorum. Az mı Allah aşkına! Hiç bilmediğin bir ülkeye gidiyorsun? Yol, iz bilmiyorsun. Nereden buluyorsun o dağın başındaki yerleri! Nasıl buldun, deseler, hiç hatırımda yok. Taksi mi buldum, onu bunu kandırıp “Beni arabayla götürün.” mü dedim. Anlatabiliyor muyum?
Mesela Polonya Krakow’da bir arkadaşıma, tabiî sonradan arkadaş olduk. O da İstanbul’a epeyce gelmiştir. Her gelişinde benim misafirim olmuştur. Ben ona, otele gitme, diyorum. Neyse, ben misafir ederim çokça. Ama evine hiç gitmedim. Bak, bu kadar dost olduk, bende gelir ve kalır ama ben evine hiç gitmedim. Müzeye giderim, orada görüşürüz. Otelde kalırım, oraya gelir, görüşürüz. Hiç davet etmedi, belki müsait değildi.
Mesela Ruslardan da evine davet eden sadece Kremlin’den bir arkadaşım vardı. Onun dışında çok sevdiğim, bir ay evimde misafir ettiğim, Ermitaj’dan bir arkadaşım var, hâlâ görüşüyoruz. O da hiç evine davet etmedi. Çok küçük evleri, mütevazı. Göstermek istemiyorlar. Ben de onları rahatsız edecek hiçbir davranışta bulunmamışım ki onlar da rahatlardı.
Bu arkadaşlardan Polonyalı olanın çok küçük, döküntü bir arabası var. O zamanda Sovyetler yeni dağılmış. O kadar fakirlik ve kaos vardı ki inanılmaz. Rusya çok kötü durumdaydı. Beata, dedim, ben sana benzin parası vereceğim. Senin arabanla bu manastırlara gidelim. Masrafların hepsi benden, dedim. Olur, dedi. Çünkü onun bu masrafı karşılayacak gücü olmadığını biliyorum. Bütün köylere, manastırlara beni götüren oydu.
Başka yerlerde de çeşitli yollar buldum. Moskova’da benim bir İngiliz arkadaşım vardı. Onun evinde tanıştığım başka bir arkadaşı, dolayısıyla benim ikinci dereceden arkadaşım, Royter Ajansı’nda çalışıyordu Moskova’da. O “Nurhan,” dedi, “Burada bir araba var gündelik. Beni istediğim yere götürüyor. Sana vereyim onu.” dedi. İşte Viktor adı, aldık numarasını. Ona gündelik veriyorum, o da beni istediğim her yere götürüyordu. Bazen de arkadaşlarım götürüyordu. Mesela İsveç’te benim çok sevdiğim bir profesör arkadaşım vardır. Bu söylediğim kişi, beni İsveç’in başka şehirlerine arabasıyla götürdü. Ona para vermem falan söz konusu değil tabiî. Fakir değil. Trenle seyahat ettiğim de oldu. Çok sıkıntılı seyahatler yaptım.
Kitaplarınızın önsözlerinde bu hikâyelerden bahsetmişsiniz. Bu haliyle de sair kitapların önsözlerinden farklı olmuş her biri. Bu bilinçli bir tercih sanırım.
Şimdi bu girişlerde de “Bu konuda şöyle bir araştırma yapılmıştır.” gibi önsözler yazılır. Ben başka türlü şeyler yapacağım, dedim. Bir de bu kitapların oluşumu, bu araştırmaların hikâyesi var, bunu vereyim istedim. İnsanlar bir de bunu duysunlar. Böyle yepyeni bir şey çıkardım.
Aylardan beri yazıştığım bir arkadaşım, bir resim kullanacak, yayın hakkı istiyor. Bir türlü cevap alamıyor. En sonunda, yardım eder misiniz, dedi bana. Ben de Beata’ya yazdım. Varşova’daki üniversite kütüphanesine ulaşır mısın, cevap vermemişler, dedim. Geldi cevap. Arkadaşım Meri de son derece mutlu, memnun. Ben de cevap yazdım Beata’ya: Sen benim Polonya’daki meleğimsin. Ne güzel ki dost olduk. Bütün dünyada Türk muhibbi çok güzel dostlarım var. Bu da kazandığım şeylerden biridir.
Düşmandan dost edinmek! Bu düsturu bütün müzecilerin kafasına sokmak lazım. Sanat tarihçilerinin, yabancılarla temas eden herkesin… Benim fevkalade Ermeni hayranı olan, Türkleri pek sevmeyen arkadaşlarım vardı, şimdi hepsi Türk dostu. Bunun için de ince ince çalışmak lazım, belli bir şey yapmadan.
Nurhan Atasoy’un dostlarına, izleyicilerine, okurlarına verdiği enerjinin kaynağı nedir?
İnsan seveceksin! Allah’ın yarattığı insan diye bakmak lazım. O zaman karşılığı gelmeye başlıyor. Reçetesi bu. Torunlarıma çok baktım. Ailedeki küçük çocukların hepsini bağrıma basıp bakmışımdır. Hepsi koynumda büyümüştür. Şimdi bana “Ah nene sen bize neler neler yaptın!” diyorlar. Asıl ben onlara müteşekkirim. Ben onlara sevgimi verdim, onlar da bana sevgilerini verdi. Bir borç varsa, bu borcu bana ödemeyeceksin. Siz kendi çocuklarınıza ödeyeceksiniz. Çocuklara sevgi o kadar önemli bir şey ki.
Arkadaşımı görmek için bir geceliğine Amerika’ya gidip geldiğim oldu. Şimdi o kadar gücüm yok, çok uzak yol. “Ben Londra’ya geleceğim, siz de oraya gelin.” diyorum. “Hadi gel komşu.” der gibi çağrılır mı? Ama çağırabileceğim insanlar. Bir tanesi “Darling! Darling! Darling Nurhan!” diye yazıyor. Sevgi dolu bir mail. İşini de öyle seveceksin, insanı da. Sevgiyi unuttuk. Unutmayalım sevgiyi.
Çalışmada Devamlılık Önemli
Çalışma disiplininizden bahsetsek biraz. Aceleci, sabırlı, titiz…
Bir şey söyleyeyim mi? Çalışmada devamlılık çok önemli. Ara verdiğiniz zaman başa dönmeniz gerekiyor ve çok zaman kaybediyorsunuz. Fazla yüklendiğiniz zaman da dinlenmeye bırakmak gerekiyor. Ama önemli olan çalışmaların devamlılığının olması. Bazı fikirler gelişiyor ve onları vaktinde yazmazsanız tekrar o fikirleri toparlamak çok zor oluyor yahut bazı şeyleri unutuyorsunuz. Disiplinli çalışmak lazım. Mesela dün akşam ben yorgundum. Aklımda olan bir şey vardı. On birden sonra oturdum, yapmak istediğim şeyi yaptım, ondan sonra yattım. Ertesi güne bırakmadım. Çalışma zevkini yakalamak lazım. Zaten o alıp götürüyor insanı.
Türkiye’de sanat tarihçisi olmanın avantajı ya da dezavantajı üzerinden neler söylersiniz?
Ben hep avantajını kullandım. Dezavantajlarına bakmıyorum. Olumsuz şeye bakmıyorum. Zorluklar var. Kızdığım zamanlar oldu. Müzelere kızıp artık müzelere gitmeyeceğim, dediğim oldu. Çalışmayacağım, dediğim oldu. Çalışmadan olmaz. Mezar taşlarını çalışayım, müzeci olmasın karşımda, dediğim ve bunaldığım çok zamanlar oldu. Mezarlıklarda da çok çalıştım. Yalnız başıma çok dolaştım Karacaahmet’te. Başım örtülü girip oradan oraya mezar taşlarını dolanıyorum. İnsanlar bakıyorlar. Herhalde bir ölmüş yakını var, diyorlar. Yahut âşık olduğu adam ölmüş, onun mezarını mı arıyor, diyorlar. Adamlar geliyor, “Ne istiyorsun, nereyi arıyorsun?” diyor. Tek başına… Aslına bakarsanız, benim çocuklarım gitse yollamam ben. Tehlikeli diye, ama kendim gittim. Fotoğraf makinemi pelerinimin içine saklıyordum. Mezarlıklar da pek güzeldi. Bayılırdım.
Geriye baktığınızda değiştirmek istediğiniz bir şey var mı? Ya da yeniden yaşamak istediğiniz herhangi bir şey? İçinizde kalan bir ukde?
Daha birçok projem var yazacağım ama bunları yapamayacağımı biliyorum. Ne kadarını yazsam kârdır diyor ve vaktimi iyi harcamak istiyorum. Çalışmaya doyamadan gideceğim galiba.
Neredeyse kırk yılınızı verdiğinizi akademik hayat tecrübenize sorsak: Kimi akademisyenlerin yaşadığı meslekî körlük ya da meslekî deformasyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?
O zaman olmasınlar! Benim en çok sinirlendiğim şey, şartların kötü olmasından dolayı çalışmamak. Her şartın daha iyisi vardır. Zannediyor musunuz ki Amerika’daki şartlar daha iyi. Kendi şartlarınızı kendiniz yaratırsınız. Dediğim gibi ben müzelere küstüm, kendime mezar taşları buldum. Çalışacaksın. Mesela geliyor bir adam, yalvarıyor: N’olur bana iş ver. Hademe oluyor. Tamam. Hiç kimseyi küçümsemem ben, hiç! Geliyor, ondan sonra bu maaşa bu kadar iş, diyor. Adam gibi iş yapmıyor. Yalvara yakara geldin buraya. Dövesim geliyor o zaman. Sen buna razı olmuşsun, beğenmiyorsan buyur git. Allah’a şükret, otur. Aldığım parayı hak ediyor muyum, diye vicdanen bir soruştur bakalım. Köşede otururlar. Alırım elime temizlik bezini. Aman hocam yapmayın, derler bu kez. Ben bir gün bile memurlara “Gelin şu helayı temizleyin.” demedim. Bir ofis vardı, bize verilmişti. Oraya bakacak, temizleyecek insan yoktu. Yanımda yardımcılar, ben de müdür. Onlara desem ki “Gelin şurayı temizleyin.” Bize hademe muamelesi yapıyor, diyecekler. Temizlik malzemesini evden aldım götürdüm, başladım heladan. Evimde olsam yapmaz mıyım? Orayı kullanacaksam temiz kullanmak istiyorum. Beni görünce “Aman hocam!” derlerdi. Ben burayı temizleyeyim de siz de öbür taraflara bakın, dedim. İşin iyisi kötüsü olmaz. Hakikaten hak etmek lazım. Akademisyenler de araştırma yapmak zorundalar, ders vermek zorundalar, adam yetiştirmek zorundalar; üç ana vazife. Bunların birini eksik yapıyorsa mesela adam yetiştirmiyorsa vazifesini eksik yapıyordur. Araştırma yapmıyorsa, yalnız ders veriyorsa, öğretmen olsun. Şartları beğenmiyorsa, buyursun gitsin, başka iş yapsın. Dünyayı değiştirmezsin, şartlara uy. O şartları sen geliştir.
Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Hiç titri olmadığı halde çok değerli bir sürü insan var. Titri olan, on para etmez de bir sürü insan var. Bunu böylece söylerim, hiç utanmam. Belki kelimeleri daha nazik söylemek lazım ama yok öyle.
Başka bir ülkede yaşamayı tercih eden isimler biliyoruz. Fakat siz burada kaldınız. Bu bir tercih mi yoksa takdir mi?
Ağabeyim yurt dışında okudu. Öyle çok zengin de değildik. Dört kardeşi de yurt dışında okutacak hali yoktu babamın. İki de kuzenim vardı, altı çocuk. Bir tanesi tıbbiyeden mezun oldu, gitti Amerika’ya. Allah uzun ömür versin, hâlâ yaşıyor. Ağabeyim yurt dışında çok parlak bir öğrenciydi. Beni de asistan olarak istediler, Los Angeles Üniversitesi’ne. Gider misin, dediler. Bayılırım, dedim. Ne kadar zaman kalacağım, diye sordum. Yok, dediler. Orada kalacaksın. Yoo, dedim. Altı ay olsun, bir sene olsun gideyim bayıla bayıla, ama ömür boyu istemem, dedim. Ailemi bırakmam, vatanımı bırakmam. Bırakmam yani. Ben Türkiye’yi çok seviyorum. Giderim, ama dönmeliyim. Çok önemli benim için vatan.
Sizi çok yorduk ama bir sorumuz daha olsun. Hatıralarınızı yazıyor musunuz?
Biraz yazıyorum da vaktim yetmiyor. Bazen de benim hatıralarım kimi ilgilendirir ki diyorum. Bazen de, belki örnek olur, diyorum. Belki ilham verir…
Son olarak Nurhan Atasoy’dan gençlere bir nasihat istesek.
Çalışmak güzel şey. Çok çalışsın gençler. Zevkini alsınlar. Beni o zaman anlayacaklar.
[1] Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un bilhassa kullandığı ve tashih ettiği imla olduğu için değiştirmeyi uygun görmedik.
*Bu röportaj Karabatak Dergisi 33. sayıda yayınlanmıştır.