Türler arasında ki iletişimi güçlendirme vakfı sayesinde bir kutup ayısıyla mektup arkadaşı olmuştum. İlk mektubumu yazarken ‘’ artık mektup kullanılmıyor neden böyle bir yol seçtiler’’ diye çok söylenmiştim. Bu işin çok uzun sürmeyeceğinden emindim. Hiçte öyle olmadı, birbiri ardına gelen mektuplar ve nihayet büyük buluşma…
‘’Merhaba, ben Umut beni bekliyordunuz sanırım’’. Büyük beyaz kafasını hemen çevirdi. Kırmızı çerçeveli gözlüğünün üstünden uzun uzun baktı. ‘’Ha! Evet, nerede kaldın küçük?’’ dedi. Küçük olmadığımı biliyorsun, daha dün on yaşıma girdim, diye geçirdim içimden. ‘’Sizde bugün yine çok beyazsınız Bayan Ak’’ deyiverdim. Bu şakayı sevmediğini biliyordum. Siz dünyayı kirletip buzulları eritmeden önce çok daha beyazdık diye başlayan bir çuval laf beklerken, ‘’sen de fotoğraflardaki halinden daha kısasın demez mi!’’ Eğer konuyu değiştirmezsem atışmalar hiç bitmeyecekti, bu ev sahibine yakışmazdı. ‘’müze biletlerini önceden aldım efendim ama isterseniz önce biraz dinlenin yol yorgunusunuz.’’
Köşedeki dondurmacıya gittik. Bir top limonlu dondurma iyi gelir diye düşündüm. Bayan Ak, buz yemeyi tercih etti. Hesabı ben ödedim. Annem, ev sahibi olarak bunun benim görevim olduğunu söylemişti, az bulunan şeyler ne kadar da pahalıydı. Tüm harçlığımı orada bıraktım. Norveç’ten bahsetti eskisi gibi olmasa da kar yağıyormuş bazen. Ben de okuldan, öğretmenlerden bahsettim. Böyle bir çağda okula gitmenin gereksiz olduğu konusundaki fikirlerimi sıraladım.
Nihayet müzenin önündeydik. Mektup arkadaşınla gitmek için müze ilginç bir yer değil, biliyorum. Ama arkadaşın yeterince ilginçse buna gerek kalmıyor. Güvenlik görevlisi yanımdaki upuzun, koskocaman ayıya ve bana baktı. Burnunun ucuyla kapıdaki panoyu gösterdi. Bu müzeye ayıların ve sincapların girmesi yasakmış efendim. Sincapların elektrik tesisatını kemirdiğini, ayıların ise bu üçgen binanın tam ortasındaki dev akvaryuma girmeye çalıştıklarını yazmışlardı. Bayan Ak ‘’yine mi?’’ der gibi başını salladı. Görevliye kimliğini uzattı. Kimliği inceleyen ve birkaç makineye tutup bıııp, dıııt seslerini duyan kadın nihayet kapıyı açtı. Benim görmemem için çok gayret etse de ekranda kırmızı renkte yüzme bilmiyor yazısını görmüştüm. İçim gıdıklanır gibi oldu kıkırdamak zorunda kaldım.
İçerisi kalabalıktı, müzeyi daha önce defalarca gezmiş, Bayan Ak için tüm ayrıntıları kaydetmiştim.. Üç ana bölümden oluşan müze 2050 yılında inşa edilmişti. Bu eski yapı birçok doğal afete dayanıklı olduğu için nadide eserlerle doluydu. Birinci bölüm ‘’NESLİ TÜKENEN MAKİNALAR’’kısmıydı ve en sevdiğim kısımdı. Çok eskiden iletişim kurmak için telefon kullanıyorlarmış, bu müzede daha eski zamanlarda kullanılan çevirmeli telefon hatta telgraf bile var. Cep telefonu diye bir makine var mesela çok komik, fotoğraf çekip, aynı zamanda film izleyebiliyorlarmış. Kocaman bir şey. Şimdi küçücük bir yongayı doğar doğmaz kulak arkasına yerleştiriyorlar; sağlık indeksin, telefon rehberin, bulunduğun yer hepsini tek başına yapıyor. Sadece düşünerek e posta bile atabiliyorsun. Tüm bunların Bayan Ak’ın hiç ilgisini çekmemesine şaşırmadım. Zihinyazar varken, mektup yazmakta ısrar eden biri, o. Hepsine şöyle bir göz attı sadece o kadar.
İkinci bölüm: NESLİ TÜKENEN BİTKİLER burada özel tohum odaları var, dünyanın en iyi korunan yerlerinden biri. Günün birinde sağılıklı toprak üretmeye başladığımızda yeniden ekileceklermiş. Annemin anlattığına göre buradaki bazı bitkileri onun çocukluğunda evde saksı denen küçük kutularda bile yetiştirirlermiş. Önce doğal tohumlar yok olmuş sonra yapay olanları. Toprakta kirlenip bozulunca son kalan tohumları özenle saklamışlar. Şimdi yediğimiz besinlere tatlandırıcı ile lezzet verilmeye çalışılmış, sentetiklermiş. Annem ‘’ gerçek bir çilek yeseydin ne demek istediğimi anlardın’’ der hep. Tüm gayretime rağmen araştırıp öğrendiğim, heyecanla anlattığım hiçbir şey onun ilgisini çekmiyordu. Yanımda yürüyordu zorlandığı için bazen patilerini tutmam gerekiyordu. Yer döşemesi pençelerinin kavrayacağı gibi değildi. Onu buzulların üzerinde kayıp, karların arasında saklanırken hayal ettim. Saklambaç oynuyor olsaydık orada kimse onu bulamazdı.
Dinlenmek için oturduğumuz bankta, yumuşacık koluna girdim. Uzun bir sessizlik oldu. Belki biraz konuşur diye cevabını bildiğim halde ’’Okumayı yazmayı nasıl öğrendiniz?’’diye sordum. Tam karşımızdaki beyaz buzullardan oluşan yapay adaya baktı. Sesi değişti, harfler boğazına batıyor gibi ‘’Sayımız iyice azalmıştı, insanlar yaşayacak yeni yerler inşa etmek için kutuplara yerleştiler. Bize de şehirlerde yaşama hakkı verdiler. Küçük bir soğuk hava deposu ve ayda bir balık bulanlar şanslıydılar. Online eğitimlerle okumayı ve yazmayı öğrendim, bu pençelerle hiç kolay olmadı doğrusu.’’ Haklıydı pençeleri kalem tutmak için değildi.
‘’Hadi devam edelim küçük bey’’ dediğinde çoktan ayağa kalkmıştım. Uzun koridorun iki yanında bize çeşitli hologramlar eşlik ediyordu. Patlayan yanardağlar, eriyen buzullar, çamur haline gelmiş nehirler, denizler. Yavru fokları avlayan, fillerin dişlerini kesen, böcekleri ilaçlayan insanlar. Burayı daha öncede görmüştüm ama hiç böyle hissetmemiştim. Canlandırmalarda ki insanlar bendim sanki. Utandım, yere bir şey düşürmüş gibi yaptım. Bana bakıyordu biliyorum. Annemin gözü gibi baktığı limon çekirdeğini, tadını merak edip çiğnediğim zaman ki gibi. Bayan Ak eğilip yüzüme baktı‘’Senin bir suçun yok!’’ dedi sonra omzuma koydu kocaman patilerini.
Üçüncü salon üç boyutlu tasarlanmıştı, gerçeğe en yakın haliyle bir yağmur ormanında, bir tundrada, bir okyanusta oluyorduk. Buraya ne zaman gelsem büyülenmiş gibi oluyorum tüm bunların bir zamanlar gerçekten var olduğuna inanmak güç. Büyük giriş kapısının üstünde ‘’NESLİ TÜKENEN HAYVANLAR’’ yazısı asılıydı. Bayan Ak ilk kez güldü. Yüksek tavan, gökyüzünün temiz olduğu zamanlardaki gibi mavi renge boyanmıştı. Bembeyaz yapay bulutlar dolaşıyordu orman dekorunun etrafında. Başımızın üzerinde maket kuşlar uçuyor, güzel ötüşleri salonu dolduruyordu. Sokak hayvanları bölümünün içinden geçerken şu sevimli kedinin eskiden sokaklarda yaşadığına inanamadım. Bayan Ak, yazılı eserler bölümüne gitmek için o kadar heyecanlıydı ki birçok bölümü atlamak zorunda kaldık.
Nihayet tüm gezi boyunca asıl görmek istediği yerdeydik.‘’İşte size bahsettiğim National Geographic Kids dergisi Ocak-2025 sayısı. Bu sayı dünyada sadece burada var.’’ Kapak fotoğrafını ezbere biliyordum. Mektuplarında tüm ayrıntıları yazmamı istemişti. Bayan Ak, o günü çok iyi hatırladığını söyledi.Bu fotoğrafı annesiyle avlanmaya çıktıkları bir gün karların arasına beyaz kıyafetlerle uzanan fotoğrafçı çekmiş. Uzun objektifine ve siyah gözlüklerine rağmen onu önce görememiş, ama anne ayının kokusunu aldıktan sonra oradan hızla uzaklaştığını anlattı. Kocaman pençeleri olan annesi bu iki bacaklı canlıdan neden bu kadar korkmuş anlayamamış o zamanlar. Bu fotoğrafın dijital baskıları müze çıkışında satılıyor diyecektim ki! Bayan Ak çoktan güvenlik alanını geçmiş, son kalan derginin içinde bulunduğu kalın cam vitrinin önüne varmıştı bile. Bir anda güçlü pençeleriyle dergiyi çok kolaymış gibi çekip aldı. Ne olduysa o anda oldu, alarmlar çalıp kapılar kapandı. Koşan, çığlık atan insanlar ve tabii ki polisler… Korktuğumdan değil ortalıkta olmamak için bankın altına girdim. Sonrası biraz karışık. Bayan Ak o fotoğrafın yasal olarak ona ait olduğunu anlatmaya çalıştı. Hatta izinsiz yayınladıkları için dergiye ve sergiledikleri için de müzeye dava açmakla tehdit etti ama nafile… Bizi bir sürü kâğıt imzalattıktan sonra dışarı attılar. Tabi dergiyi de aldılar. Anneme ne diyecektim şimdi, ya beni hapse atarlarsa, Bayan Ak buna çok güldü. Hiç bir şey olmayacağına beni ikna etti.
Dışarı çıktığımızda asit yağmuru başlamıştı. Müze merdivenlerine oturduk. Kalbim deliler gibi atmaya devam ediyordu. Bayan Ak’ın yüzünü garip bir gülümseme kapladı, parmağım uzunluğunda ki dişlerini ilk kez gördüm.’’ Ne maceraydı ama!’’ dedi. Çantasının içinden çıkardığı kutuyu önüme itti. Kocaman gülüşüyle ’’Senin için’’ dedi çok sevimliydi. Kutuda küçücük bir limon ağacı fidanı vardı hem de saksısıyla beraber. Gözlerime inanamadım bu bir servet olmalıydı. Saçlarımı karıştırıp gülümsedi. Sarıldık daha doğrusu o beni kapladı. Kolundaki mekânlar arası Şipşak’a üfledi ve yok oldu.