Ülkemizde henüz yaygın olmasa da otomatlardan kahve meyve suyu alır gibi bir küçük hikaye alabilmenin mümkün olduğunu söylesek ne dersiniz?
Sosyal medyanın hayatımızda artan etkisiyle gelişen yeni bir kavram var: Medya okuryazarlığı. Uzmanlara göre artık yazar olmak için kitap çıkarmaya ya da gazetede bir köşeye ihtiyaç yok. Sanal ağlar hepimize başkalarına ulaşma imkânı veriyor. Kendi hesabında az ya da çok bir şeyler yazma, derdini anlatma, fikirleri hakkında açıklama yapma, duygularını rahatça paylaşma olanağı sağlıyor.
Zygmunt Bauman akışkan modern dünya diye tarif ediyordu bu içinde yaşadığımız çağı. Elle tutulamayan, sahip olunamayacak kadar hızlı ve değişken bir çağ. Elbette bu yeniçağda bazı eski alışkanlıkların göz ardı edilip yerine başka alışkanlıkların gelmesi kaçınılmazdı.
Kâğıt ve kalemin iktidarı henüz bitmese de kitap okuyucular, sesli kitaplar, e kitaplar “Bir kitabın sayfalarına dokunmasam da olur, okusam yeter.” Diyen ya da istediği kitaba ulaşmak için günlerce beklemeyi göze alamayan sabırsız okurlara her gün biraz daha fazla göz kırpıyor.

Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir haber kâğıdın ortadan kalkacağı günleri düşünüp üzülürken bana bir ümit oldu. İngiltere’nin en kalabalık şehirlerinden biri olan Londra’da günlük insan trafiğinin yoğun olduğu bazı caddelere ve metro istasyonlarına hikaye otomatları yerleştirilmiş. Evet, yanlış duymadınız acıkmak ve susamak gibi okumak da temel bir ihtiyaçtır diyen yetkililer insanların hacimli eserler olmasa da kısa hikâyelerle günlerini güzelleştirmeye karar vermişler. Böylece yolcular binecekleri metroyu beklerken atıştırmalık birkaç kurabiye ve içecek alır gibi bir kısa hikâye de alabiliyorlar.
Bu haber bana birkaç yıl önce önce okuduğum Oğuz Atay’a ait demiryolu hikâyecilerini anımsattı. Hikâyede bir demiryolunun bitişiğindeki küçük müştemilatta kalan üç fakir kişinin eski bir daktilo ile yazdıkları öyküleri, istasyonda mola veren trenlerin yolcularına satma serüvenleri anlatılıyordu.

İnsanlar soğuk gecelerde tren durduğunda uykudan uyanıp yiyecek bir şeyler almak istiyor ya da sıcak yaz günlerinde serinlemek için içecek arıyorlardı. Mola verdikleri bu istasyonda haber kaynakları kısıtlı, kâğıtları buruşuk hikâyecilerin öyküleri cazip gelmiyordu onlara. Bütün imkânsızlıklara rağmen üç arkadaş gece gelecek trenler için gündüz, gündüz gelecek yolcular içinse geceler boyu uykusuz kalıp yeni öyküler yazmaya çalışıyordu. Öykücülerden hasta olan ölüyor, kadın karakterse bir gece istasyonu terk ediyordu. Geride kalan öykücünün hüzünlü yalnızlığı bana öyküdeki karakterin değil öykünün ve yazının sonu gibi gelmişti.
Belki de Oğuz Atay kâğıt kalemle aramıza giren tüm manileri yıllar önce sezmişti de bu yüzden “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diyerek bitirmişti öyküsünü. Peki, ya daha az okuyarak yalnız bıraktığımız birkaç yazar ve kitap değil de kendimizsek?