BİR İNANIŞ HİKÂYESİ: ÇENİKIŞ
Uygurlar benimsedikleri dinlerden dolayı diğer Türk topluluklarından önce yerleşik hayata geçmiş ve birçok yazılı eser üretmişlerdir. Bu eserlerde hakim dinin tesirleri olsa da Türk edebiyatının yazılı ilk edebi ürünleridir. Budist Uygur metni “ Kalyanamkara Et Papamkara” dan birkaç cümle ;
…Babası Han şöyle deyip sordu; “Niye ağlayarak dertli geldin?” Prens şöyle deyip arz etti;” Dışarıda gezintiye çıkmış idim, pek çok fakir, yoksul ve çilekeş canlılar gördüm bu yüzden ağladım.” Babası Han şöyle deyip buyurdu;”Sevgili yavrum, yer gök yaratıldığından beri zengin de var yoksul da var. Hangisini zahmet çekmekten kurtaracaksın?” Prens şöyle deyip arz etti; ”Devletli babam beni sever misiniz?” Babası hükümdar şöyle deyip buyurdu; “sevgili yavrucuğum, seni o kadar seviyorum ki avuç içinde ki inci boncuk gibi…”(1)
Parçada gördüğünüz gibi metin, özenle seçilmiş dialoglarla akıp gitmekte. Bu ve buna benzer birçok eserde eski Uygur hikâyeciliğinin başarılı örneklerine “nazım” şeklinde rastlanır. Modern Uygur hikayeciliği 1930larda başlar ve gelişir. Modern edebiyat için; Seyfettin Azizi’nin “Yetim Tohtı” adlı hikâyesi, ilk hikâye örneği sayılır. (2)Yakın çağda değişen siyasi hayat, işgaller baskılar ve en nihayetinde Çin hâkimiyeti ve ominizm, Uygur Edebiyatının ilerleyişini yavaşlatır. Köklü bir dil ve edebiyat kültürüne sahip Uygurlar kendileri için belirlenen konular dışında yazamaz ve özgünlüklerini sağlayamaz olmuşlardır. Buna rağmen bu dar alanda dahi edebi eserler üreten birçok yazar ve şairlere sahip olurlar. Bunlardan biri hikâyeleriyle öne çıkan Zunun Kadiri’dir.
“Zunun Kadiri, eserlerinde, özellikle hikâyelerinde, istilacı Çin hakimiyetinin Doğu Türkistan’da uyguladığı ırkçı, baskıcı, adaletsiz, haksız zulüm politikalarını, insanlık dışı işkencelerini, Uygur Türklerinin bütün bu haksızlıklara karşı tepkisini, mücadelesini yansıtmıştır. Eserlerinde açık, sade bir dil kullanan ve bu dille toplumsal gerçekleri yansıtan yazar, bu yönüyle Uygur edebiyatında realist hikâyeciliğin temelini atmıştır. O, çağdaş Uygur edebiyatının, özellikle Uygur hikâyeciliğinin en önemli temsilcilerinden biridir.” İnayet’in bu tanımına ek olarak; Kadiri, o dönemde Çin Halklarıyla aynı umut içinde komünizmi desteklemiş, bu doğrultuda eserler vermiştir.
Yu Hua “yaşamak” adlı romanında Çin iç savaşını Kurtuluş ordusunun kazandığı, komünizmin hakim olduğu dönemi anlatır. Kitapta halk, komünizmi açlıktan ve yoksulluktan kurtulmak için bir çare olarak görmüştür. Fakat zamanla işler değişir. Mülkiyet hakkı olmayan insanlar yaşamsal haklarını bile koruyamaz olurlar. Bacalarından çıkan yemek dumanının hesabını vermek zorundadırlar. Adları “halk komünü” olur ve yoldaş başkanın takibiyle evler, tarlalar eşyalar ve hayvanlar ortak tasarrufa açılır. En nihayetinde sistem çöker ve korkunç açlık başlar.(3)
Zunun Kadiri de, Yu Hua’nın bahsettiği dönemde yaşamış, bütün Çin halkları gibi komünizmi bir kurtuluş olarak görmüştür. “Çenikış” hikayesini bu temel üzere yazmış, okuyuculara azmi, çalışkanlığı, işbirliğini aşılamaya çalışmıştır. 1955 yılında yazdığı bu hikayeden 5 yıl sonra Mao’nun emriyle çalışma kampına alınan Zunun Kadiri de sistemin kendini tüketen çarkında zarar görür. 18 yıl kampta büyük sıkıntılar yaşayan Kadiri’nin sağlığı oldukça bozulur. Bir süre sonra de vefat eder.
Nitekim Mao’nun “Büyük İleri Adım” projesi olarak adlandırdığı sistem yaklaşık kırk beş milyon insanın açlıktan ölmesine ve iki buçuk milyon insan da vurularak öldürülmesine neden olmuştur.(4)
Bağımsızlık mücadeleleri, edebi ve düşünsel faaliyetler ve kaçınılmaz yanılgılarla geçirilen bu ömürden geriye çeşitli edebi türlerde değerli eserler kalır. Çenikış olarak adlandırdığı hikâyesi de bunlardan biridir.
Çenikış kelimesinin anlamı; Türkiye Türkçesine “Pişmek”, “Yetişmek” veya “Olgunlaşmak” diye aktarılır.(5)
Alimcan İnayet’in çevirisinden alıntıladığımız Çenikış Hikayesinin kısaltılmış halini sizin için derledik. Keyifli okumalar dileriz.
ÇENİKIŞ(6)
“Of, hmm, her şey yanar yahu böyle sıcakta” diye söylendi Metniyaz dut ağacının dalına konan kaba kargaya bakarak. Onlarca yıl ömür sürmüş bu yaşlı karga çatlayıp beyazlaşmış gagasını gererek boğazını kımıldatıp duruyordu. Metniyaz ise ter kokan gömleğini otlara sararak başına koymuş, çıplak sırtını nem toprağa yapıştırmış yatıyordu. Onun yumuşak vücuduna çalı çırpılar batıyor, yaramaz sivrisinekler bu tarafından kovarsa öteki tarafına konup rahatsız ediyordu. Metniyaz’a bu sene ilkbahardan beri bu tür haşarat hayvanlar da, çalışma da, işte şu anki sıcak da eziyet ediyordu. Bu hiç yalan değil ya. İşte o nefes nefese kalmış yaşlı karga da Metniyaz’ın canını sıkmıyor mu?
Yarım dönümlük toprağa darı ekmişti; ama sadece yirmi üç kök darı bitmiş. Nerede o binlerce darı tanecikleri? Dut ağacının dalına konan bu uğursuzlar yiyip bitirdi ya! Karganın tüysüz sallanıp duran boğazına bakıp yatan Metniyaz biraz sinirlendi. “Kanatların yansın inşallah, haram yiyen!” dedi Metniyaz ıstırapla. O kargayı gözüm görmesin diyormuş gibi çevrilip yüzükoyun yattı. Onun gözleri uykudan sık sık yumulsa da hayalini saran pişmanlık ve ağır ızdıraplar, bu yetmiyormuş gibi sivrisineklerin vızıldayıp gıdıklamaları onun uykusuna rahatlık vermiyordu. Metniyaz susadı. Susuzluktan çatlamış kalın dudaklarını yalamaya başladı. O kırk yıllık ömründe bugünkü gibi susuzluk azabı çekmemişti. Onun susuzluğu yukarıda gördüğümüz kanolaya orak vurmakla başlamıştı. Metniyaz’ın şansına yakın civarda akan buz gibi soğuk su da yoktu. Onun için Metniyaz gür otların kapladığı kanalın kenarlarındaki çukurlarda biriken suları içe içe ağırlaşmıştı. Susuzluğa kim dayanır? Su içmesi gerekiyordu. Ama şimdi o su birikintileri de ısındı. Büyük kanala gitmek isterdi ama, onun için bu fakirin güneşte 6-7 yüz metre yol yürümesi gerek. Metniyaz ise oraya gitmeye cür’et edemez.
,Yöneticiler toprak reformu sırasında bu köydeki zorba toprak ağasının 550 dönümlük toprağını fakir çiftçilere paylaştırıp verdi. işte ondan Metniyaz’ın payına da 60-70 kilogram tohum ekilecek birinci dereceli toprak sayılan bir tarla düşmüştü. 1953 yılında, o kırk yaşına bastığı zaman ilk kez burada çiftçilik yapmıştı. “Metniyaz çiftçilik yaptı” diyoruz ama o toprağı sürmeye cesaret edememişti.
Kış boyunca hareketsiz yatan börtü böcekler deliklerinden çıkıp yeniden kımıldanmakta, kışı geçirmek için sıcak bölgelere giden kanatlı hayvanlar da geri dönüp yaz boyunca yapacağı işlerin planını düzmekteydi. Çiftçiler ise, ciddi bir şekilde toprak sürmeye hazırlanmaktaydı. İşte bugün yeni çiftçimiz de tarlada gözüktü.
O bir kenarda durup “Bu toprağa ne eksem acaba?” diye düşünürken yanına gelen Hemra’yı fark etmedi. “Evet, ustam! Bu toprağa ne ekmek niyetindesiniz?” dedi Hemra gülerek. “Ortasını bağ, çevresini dağ yapsam mı acaba diye düşünüyorum, ne dersiniz Hemracan” dedi Metniyaz şakayla. “Bahçenize sığmayan yabanı otları getirip dikeceksiniz buraya o hâlde.” “Bezci helvacı olursa, gözünü çapak basar” derler ya, bu iş bize kaldıysa, başka ne olabilir dersiniz?.” Metniyaz başkalarının karşısında kendisinin kaygısızlığını ve mızmızlığını espriyle hiç çekinmeden itiraf ederdi. Hemra, Metniyaz’ın bu açık yürekliliğini severdi. Ancak onun yanlışlarını sürekli eleştirir, onu daha ciddi iş yapmaya teşvik ederdi. “Elinizdeki fare pisliği soğudu. Onu ağzınıza koysanıza” dedi Hemra, Metniyaz’ın epey bir süredir içmeden avucunda tuttuğu tütüne işaret ederek. “Umutsuzluk şeytanın işi, bunu kendiniz iyi bilirsiniz.” Metniyaz tütünü dudaklarının altına koyup diliyle aşağıya doğru bastı. İyi yerleştiremediği iki tanesini püskürtüp çıkardıktan sonra garip bir sesle konuştu: “Bu toprağı ne yapsam acaba? Alacak müşteri çıksa satıp yağını balını yesem mi yahu.”
Hemra’nın güneşte çörek ekmeği gibi kızaran yüzü ciddi bir hâl aldı. O siyah gözlerinin üzerindeki gür “Parti, fakirlere toprağı satıp ticaret yapmak için vermedi. Ekip biçmek için verdi” dedi. “Evet, öyle.” “Evet, öyleyse bu toprağa bir şey ekin. Ürün aldıktan sonra onu ister yiyin, ister satın, o kendi işiniz.” “Tekrar alıp satacağım diyeceğime yağın kendisini ekeyim o zaman” diye hırıltıyla güldü Metniyaz. Hemra önce onun şaka yaptığını düşündü. Sonra onun kanola ekmek istediğini anlayınca gülmekten kendini alamadı: “Peki ustam, buraya kanola ekin” dedi Hemra kurşun gibi ağır avucuyla Metniyaz’ın omuzuna vurup “Ben toprağınızı sürüp tohum saçmanıza yardım ederim. Siz sadece bir kova kanola bulun, iş tamam.” İşte ondan beri Hemra’nın teşvikiyle Metniyaz çiftçiliğe başlamıştı. Hemra onun için 6-7 dönümlük tarlasını sürüp kanola tohumunu saçtı. Bunun karşılığında Metniyaz kendiliğinden ona bir çift ayakkabı dikme sözü vermişti.
Metniyaz’ın çiftçilikle ilgili olarak yaz boyunca yaptığı iş kanolayı üç kere sulamak oldu. Sulama işi de çok kolay oldu. Ama ilk defasında su onun kontrolünden çıkıp yollara, başkalarının tarlalarına taşıp onu epey uğraştırmıştı. O gün suya, çamurlara birkaç kere düşüp elbiseleri berbat bir şekilde ıslanmış ve çamur olmuştu. O kimselere gözükmeden evine sokuldu.
O başını yavaşça kaldırıp uzaktaki tarlalara bakmıştı: işbirliği Grubu’ndaki çiftçilerin koyu buğdaylarının başaklarını eğerek güneşte altın gibi ışıldayıp durduğunu gördü. Kanal boyundaki patika yolda birkaç kadın gidiyordu. Onların ellerinde kova, bazılarının omuzlarında heybe ya da büyük büyük su kabakları vardı. Onlar elbette İşbirliği Grubu üyelerinin aileleri olup, buğday biçmekte olan grup üyelerine kaymaklı sütlü çay, ekmek ve gece yapıp soğuttuğu soğuk çayları götürüyorlardı. Metniyaz onların önünde gitmekte olan kırmızı etekli kadını tanıdı. O başörtüsünü bağlayıp, kulaklarına çiçek takmıştı. Yanındaki kadınlara şaka yapıp onları kahkahaya boğuyordu. Metniyaz, Hemra’nın kız kardeşi olan bu şakacı İzzethan’ın yaptığı lezzetli yemekleri yiyip kaymaklı sütlü çayını birkaç defa içmişti. işte şimdi o su kabağındaki buz gibi soğuk çayı getiriverse ne güzel olurdu. Metniyaz arzuyla baktı; ama utancından bağırmaya cesaret edemedi. O kuruyan damakları arasındaki susuzluk derdini içine yutarak başını yine yavaşça yerine koyup İzzethan’ı düşünmeye başladı. İzzethan çok güzel bir kadın idi. O da tıpkı ağabeyi gibi fakirlere şefkatle bakardı. Allah öyle kadınlardan birini “Al kulum” diye verseydi ne olurdu. Metniyaz izzethan’ın ağabeyininki gibi kara eğik kaşlarını, koyu kirpikli siyah gözlerini, nar gibi kızarmış benzini, güzel boyunu göz önünde canlandırdı. ilkbaharda İzzethan’ın ayağını kanola ipiyle ölçerken tombul bacağının bileğine değip içine ateş düşürdüğünü anımsayarak kendini fena hissetti. O İzzethan’ın yıkayıp astığı çiçek desenli basma eteğini görürken de kendinde acayip tuhaf bir sıcaklığın belirdiğini fark ederdi. Hatta İzzethan için dikmekte olduğu ayakkabı da onun ayağına henüz geçmeden evdeki diğer eşyalardan daha farklı, hoş, sıcak gözüküyordu. Metniyaz sık sık “Bunu giyecek, değil mi?” diye avuçlarıyla ayakkabını okşuyordu. Kulca derisinden dikilmiş olan bu ayakkabının süslenmesi Nisan ayında bitip Mayıs ayında kalıba çekilmişti. Köselesi yapıştırılıp ökçesi çekilmiş, sadece parlatılıp kalıptan çıkarılacağı anda bırakılmıştı. Metniyaz ayakkabıyı bu zamana kadar götürüp vermediği için utanmaya başladı. O yine başını kaldırarak kadınların gittiği yere bakıp oturdu.
Metniyaz kanola biçmeyi bırakıp izzethan’ın ayakkabısını parlatıp bitirdi. Şimdi bu ayakkabıyı sahibine götürmek için ayağa kalktı ve onu avuçlarına koyup biraz bakıp durdu. Çok güzel parlatılmış, baksana, nasıl parlıyor! O ayakkabının ucunu yeniyle tekrar silip onu karagül değmiş kirli mendiline sardı. Mendilden ter kokusu, ayakkabıdan ise tutkal kokusu geliyordu. Akşamüstü Hemra’nın bütün ailesi kabak çardağının altında toplanıp yemek yerken Metniyaz ayakkabıyı eline alarak geldi. Avluya girer girmez burnuna içine maydanoz ve nane konulan erişte çorbasının lezzetli kokusu geldi. Hemra onu güler yüzle karşıladı: “Vay ustam, buyrun, şöyle buyrun.” Hemra Metniyaz’ı masaya davet etti.
“Rahatsız olmayın, ben döneyim” dedi Metniyaz ayakkabıyı uzatarak “Bunu getirmiştim.” İzzethan gülümseyerek gelip ayakkabıyı aldı. Hemra ise Metniyaz’ın elinden çekip onu masaya oturtarak: “Bugün güneş hangi taraftan doğdu ustam?” diye sordu. “Ben gerçekten kum çiçek açtığında, devenin kuyruğu yere değdiğinde biter bu ayakkabı diye düşünmüştüm” dedi İzzethan şakayla. Metniyaz bu tür söz oyunlarına cevap vermede oldukça usta olmasına rağmen, böyle bir durumda, özellikle İzzethan’ın yanında şaka yapmaya cesaret edemezdi. Dolayısıyla o hiçbir şey demeden çekingenlikle yemeğini yemeye devam etti. Diğerleri ise ayakkabını kontrol edip övüyorlardı. Sonunda İzzethan’ın dört yaşındaki oğlu Erkin ayakkabının tekini alıp kaçtı. Annesi onun peşinden takip ederken o kaçarak Metniyaz’ın kucağına çıktı. “Bunu bana getirdiniz değil mi?” “Evet.” “Bunu ben giyeceğim değil mi, Hemya Amca?” “Bunu annene ver oğlum, ben sana bundan daha güzel kırmızı bir ayakkabı alacağım.” “Buraya getir! Canım oğlum, onu eve götüreyim.”
“Evet, hoppa, sana vereceğim.” İzzethan oğlundan ayakkabıyı çekerek alırken, Metniyaz’ın yüzüne onun sıcak ve yumuşak nefesi vurdu. Metniyaz neredeyse civa gibi titreyen vücudunu zar zor tuttu. O bu durumun biraz daha devam etmesini diliyordu. Ama İzzethan ayakkabıyı oğlundan alıp odasına gitti. Metniyaz, annesinin kokusu sinmiş çocuğun kulaklarını koklayıp onu şımartıyordu. Çocuklar başını okşayan ve kendisine samimi davranan insanları severler. İzzethan’ın oğlu da kendisini kucağında oturtan bu sevecen kişiyi seviyordu. Erkin altı aylıkken babası ölmüş, annesi onu Hemra’nın evine alıp gelmişti. Onun için o baba şefkatine muhtaç olarak büyümüştü. İzzethan ise kocasının vefatından sonra dört yıl dul yaşadı. O eski kocasını sevdiği için tekrar evlenmeye pek meraklı değildi. Karşısına çıkan kısmetlerin bazısını kavgacıymış, beni üzecek diye, bazısını çocuğu varmış, oğlumu dışlar, üvey sayar diye reddediyordu. Şimdi Metniyaz’a gelince, ondan bu konularda endişe etmeye gerek yoktu ama İzzethan Metniyaz’ın tembelliğini ve kaygısızlığını sevmiyordu. Eğer Metniyaz başkaları gibi biraz daha aktif olup çalışmalara katılacak olursa İzzethan onunla evlenmeye hazırdı.
(Metniyaz) Bugün sabah erken kalkmaya niyetlendiği için caminin önündeki tahtada geç saatlere kadar boş laf etmeyi bırakıp köydeki herkesten önce yatmıştı. ama köydeki herkes istirahata çekilip tatlı uykuya dalarken, Metniyaz halâ uyumamıştı. O alnına yazılmış kanolanın zorluklarını, bir de İzzethan’ın demin yüzünü okşayarak geçen tatlı ve sıcak nefesini, onun güzel yüzünü hayal ediyordu. Bu tatlı hayaller ona uyku vermiyordu. Sonunda o birkaç defa sağa sola dönüp ilk horoz ötmeye başladıktan sonra uyuyakaldı. Metniyaz derin uykuya daldığından şafak sökerken uyanamadı. Pencerede güneşin al ışığı yansıyıp, evin içinde sivrisinekler vızıldayıp uçmaya başladığında, Metniyaz zar zor ayağa kalkıp yüzünü bile yıkamadan çay için ateş yakmaya çalıştı. Metniyaz o zaman çiftçilerin çoktan işe gittiklerini fark edince, onlar gibi çalışmaya niyetlendiği ilk gün geç kaldığına üzüldü. Aynı zamanda başkalarının akşama kadar çalışıp yorgun düşmelerine rağmen, yine de sabah erken kalkabildiklerine hayran kaldı. “Evet, doğru, onlarda gayret var da ondan” diye düşündü. Bu yeni çiftçi sabah erken kalkmaya alışık değildi. O her gün güneş mızrak boyu yükseldiğinde gözünü açar, sonra iki saat hayal kurar, ayağa kalkamazdı. Neyse bugün diğer günlere göre erken kalktığı için sevinmemiz gerekir. O da artık işe gitmeye acele ediyordu. Ateşi çabuk yakmak için durmadan ateşe üflediğinden acı dumandan gözlerinden yaş akmaktaydı. “İlelebet yanmayasın inşallah” diye söylendi gözlerini ovarak. Şimdi çay kaynatmaktan da vazgeçerek ayakkabıyı sardığı o mendile bir parça sertleşmiş ekmeği koyarak koltuğunun altına sıkıştırdı ve eline orağı alıp tarlaya gitti. Onun terliği ayağının arka tabanına yumuşak bir şekilde vuruyordu. Terlik sahibinin olağan dışı bir şekilde hızlı hareket etmeye başladığını sezince, sanki gülüyor gibi “şak şak” diye ses çıkarıyordu.
Metniyaz ilk kez ekin biçmeye giriştiğine göre, epey çaba gösterdiği onun belini doğrultamamasından belliydi. “Vay, vay, vay, çok acıyormuş ya.” O iki yanını tutup gövdesini doğrulttu. Bir kaç dakika belini ovduktan sonra tekrar orağı eline aldı. Bu biçici o kadar gayret gösterdi ki, eğilip beli ağrısa, dizüstü oturarak, bazen diz çökerek biçmeye devam etti. Göğüs ve omurga aralıklarından şırıldayıp ter akıyordu. Islanıp vücuduna yapışmış gömleğini vücudundan çekip yakasından başını sokarak üflüyordu. Kaşları boyunca durmadan aşağıya akan teri silip elini silkiyordu. Sonunda ağzı kuruyup kımıldayacak hali kalmadıktan sonra, başını eğip terliğini dut ağacının gölgesine doğru sürükleyerek yürüdü. O üç evin yeri kadar alandaki kanolayı biçmişti. Sabahleyin buğday biçmeye girişen işbirliği Grubu’ndaki çiftçilerin her biri o zaman Metniyaz’ınkinden on kat geniş alandaki buğdayı yere sermişti. Hemra öğlen dinlenme zamanında Metniyaz’ın tarlasına gelip onun durumuna bakmıştı. Onun için işbirliği Grubu üyelerine bu akşamki mehtaplı geceden yararlanarak onun kanolasını biçmesine yardım etmeyi teklif etti. Herkes Hemra’nın teklifini kabul ederek: “Tamam, onunkini hemen biçiveririz” diye söz verdiler. Ama bir kişi buna itiraz ederek söylendi ve gitmeyeceğini bildirdi. O “Sabanı önce benim tarlama sürmediniz”, “Benim atım semiz hem arabam da diğerlerinkinden geniş, onun için bana başkalarına göre daha fazla puan vermelisiniz” diye ikide bir pürüz çıkaran Seyit Ahun idi. O dedikodu ve menfaat çatışmalarından zevk alıyordu. O Hemra’nın yönetim işlerine de birkaç kere sebepsiz yere karışıp rezil olmuştu. Bu işbirliği Gurbu sekiz aileden oluşmuş olup, altı aile fakir, iki aile orta halli çiftçiydi. Sadece orta halli çiftçi olan Seyit Ahun’dan başka herkes toprak reformu sırasında toprak sahibi olmuşlardı. Fakir çiftçi olan Hemra grup başkanı idi. Bu köydeki çiftçiler bu işbirliği Grubuna “Hemra Grubu” derlerdi. Hemra çalışkan, doğru sözlü, soğukkanlı olduğu için, grup üyeleri onu çok severdi. Grup, bu sene kurulur kurulmaz, toprakları iyi işleyip ürünü herkesten önce zamanında teslim etti. Yaz boyunca grup üyeleri işte ve aile yaşamlarında birbirlerine yardımlaştılar. Onlar (Seyit hariç) on dört günlük ayın süt beyaz aydınlığında Metniyaz’ın kanolasını göz açıp kapayıncaya kadar biçiverdiler.
Şimdi Hemra Grubu kış boyunca eğitim çalışması yaparak bir adım daha ileri gitti ve Daimi Yıllık İşbirliği-Çalışma Grubu’na dönüştü. Hemra Metniyaz’ın ilgisini itibara alarak onun eğitime katılmasına izin verdi, şimdi ise üyelerin çoğunluğunun onayı ile Metniyaz’ı Daimi işbirliği Grubu’na kabul etti. Ama onun Gruba katılmasıyla Hemra’nın şahsiyetine dokunan sözler ortaya çıktı. “Hemra dul kardeşini Metniyaz’a vermek için ona arka çıkıyor”, “Çiftçilikte kullanabileceği hiçbir aleti veya hayvanı olmayan, kendisi ise hiçbir işe yaramayan birinin gruba alınmasında, elbette başka amaç var”, “Gruptaki başka üyelerin menfaatini tembele kurban etmek istiyor.” Bu sözler gruptaki bazı üyeleri Hemra’nın adilliği üzerinde tereddüte düşürmeye başladı. Partinin yönetiminde çiftçileri örgütlendirmek için durmadan çalışan memurlar Hemra’nın başkanlığındaki grubu kooperatife dönüştürme amacıyla eğitmekteydi. Dolayısıyla grup üyelerinin eğitim işlerinden sorumlu genç yönetici tereddütlenmeye başladı. Aslında bu dedikodu ve endişeye Seyit Ahun sebep olmaktaydı. O bir taraftan çiftçiler arasında deminki dedikoduları yayarken, diğer taraftan da yöneticilere biri on göstererek iletiyordu.
Bu yıl şubat ayının sonunda havalar ısınınca köy sokaklarında karlar, buzlar eriyip akmaya başladı. Kış boyunca kar altında yatan yapraklar kalınlaşmıştı. Elmalı bağlardan hoş kokular geliyordu. Nemleşen meyve ağaçlarının kokuları sokaktaki ak kavak ağaçlarının belirli belirsiz kokularıyla karışıp köyü çok hoş bir hava sarmıştı. Hemra yine iki çiftçi ile üç arabada tarlaya gübre taşımaktaydı. Onlar mahallenin kenarına geldiğinde Seyit’in avlusundan elinde sarılmış kâğıdı olan yuvarlak yüzlü bir delikanlı çıkıp hızla Hemra’nın yanına geldi. Bu deminki tereddüte düşen genç yönetici Savutcandı. “Hemra ağabey, eliniz boşaldığında bize gelin, biraz konuşalım.” dedi Savutcan. “Olur, konuşalım.” dedi Hemra gülümseyerek. “Bugün kanalın kenarları açılmış, karın fazla canı kalmadı her halde. Arabaya binmez misiniz, tarlaları görüp gelelim.” Savutcan karşılık göstermeden arabaya çıkıp oturdu. Araba mahalleden çıkıp tarlaya doğru yöneldi. Önlerindeki iki araba epey uzaklaştıktan sonra, geniş kırdaki mavileşip suya dönüşmeye başlayan kar denizini seyretmekte olan Savutcan , Hemra’ya bakmadan konuşmaya başladı: “Geçen sene iyi ürün topladınız, şimdi bu yıl Daimi Yıllık İşbirliği Grubu’nu daha da sağlamlaştırıp ürün toplamada örnek olsanız çok iyi olurdu.” “Elbette” dedi Hemra karlı yolda arabayı zor çekmekte olan atın dizginini silkerek .“Parti ve halk hükümetimiz sizin gibi yöneticileri gönderip yardım ederken, bol ürün toplamak için biz de bütün gücümüzle çalışacağız, Savutcan.” “Siz çalışırsınız.” “Ya başkaları?.” “Başkaları da çalışacak. Ama Metniyaz’in size katılması pek iyi olmayacak galiba.” “Neden?” diye sordu Hemra hayret ederek. “O hiçbir işe yaramaz sahtekâr bir adammış.” Hemra’nın bir kaşı biraz yukarıya doğru kalktı ve yüzü ciddi bir hâl aldı. O değişen ses tonuyla: “Metniyaz’ı bu şekilde değerlendirmeniz pek doğru değil.” dedi başını sallayarak “O giderek kendini yetiştiriyor ya? Şu anda onun ne işe yaradığına bakmak gerekir. Gerçekten sahtekâr ise sadece kuru teşekkür için çalışmaz, insanları kandırırdı.” “Evet, o yalnız size öyle görünse gerek Hemra ağabey.” Savutcan zoraki kibarlıkla alayla karışık güldü. “Neye göre böyle diyorsunuz?” “Geçen yazdan beri onun ne yaptığı herkesçe malum ya.” Savutcan sosyal işlerde daha tam yetişmediği için, bazen insanları değerlendirirken ve meseleyi tahlil ederken yeterlilik gösteremiyordu.
Hemra, Savutcan ile konuştuğu günün ertesi onu Metniyaz’ın avlusuna götürdü. Metniyaz’ın birkaç seneden beri çatısı yıkılmış olan dış odasının üzeri örtülüp önüne balkon yapılmıştı. Üzerine alçı konulup sıvanmamış ise de, bir kaç senelik virane görüntüsü değişmişti. İlkbaharın ılık güneş ışığının düştüğü balkon insanı kendine çekiyordu. Ayrıca, bu evin sahibi de hayli değişmişti. O bundan iki sene önceki bir ilkbaharda şimdiki balkonun bulunduğu yerde sırtını güneşe vererek toprakta yatıyordu veya kendi deyimiyle “gurbetçinin eniği gibi başını eğip” hayal kurarak oturuyordu. Şimdi farklı. Buraya Savutcan ile Hemra girdiğinde Metniyaz balkonda sandalyede oturmuş yük eyeri yapıyordu. Bir kenarda Tömür ile İzzethan söğüt çubuklarından zembil dokuyorlardı. Onlar zembil dokumayı dün Metniyaz’dan öğrenmişlerdi. “İşte buna bakın Savutcan” dedi Hemra Tömür’ün yanındaki bitirilmiş zembili kaldırıp “Şimdi eli boşalan kişiler akşama kadar duvara yaslanıp oturamazlar. Ek üretime geçmek için ustamdan yararlanmak istiyoruz.” Savutcan zembilin iki sapından tutup bakarak: “Biraz yamuk mu ne bu?” diye gülümsedi. “İlk işimiz de ondan kardeşim” dedi Tömür “Dün bunu dokuyacağız diye akşama kadar uğraşıp ancak bu kadar yapabildik. İşte buna bakın.” Tömür ayağa kalkıp yarısı dokunmuş zembili Savutcan’a sundu. “İşte, bu hayli güzel. Bunu dokumayı kimden öğrendiniz?” “İşte ustamız da yanımızda” diye Metyniyaz’ı gösterdi Tömür. “Böyle hünerim de var desenize ustam.” “Bu hüner olur mu, nasıl dokunduğunu bir gören insan dokuyabilir” dedi Metniyaz. “Elbette bunu dokumak da hüner, onu görüp öğrenmeyen insan yapamaz.” “Ustamda hüner çok Savutcan” dedi Hemra “Ustam bize hüner öğretir. Biz ustama çiftçiliği öğretiyoruz. Böylece araba koşum takımı, çiftlik koşum takımı, yük eyeri için pazara koşmayız.” Hemra, Metniyaz’ın önündeki yük eyerini eline alarak “İşte bu yapılmakta olan şeyler herkesin yararlanacağı aletler olacak.” Savutcan Metniyaz’ın sonraki işlerini iyice öğrendikten sonra, Seyit Ahun’un sözü ile onu “Hiçbir işe yaramaz adam” değerlendirmesinin doğru olmadığını kabul etti.. Bu kooperatifin temeli olan Hemra Grubu ürün toplamada her sene geri kalmadan örnek olduğu için kooperatifin adı da “Alga”(ileri) oldu. (Metniyaz da ), İzzethan ile evlenip muradına erdi. Böylece ana, baba, çocuk olan mutlu bir ailenin zevkini tattı. Şimdi onun yanında çalışan şefkatlı hanımı, önünde “baba, baba” diye koşturup duran tatlı dilli sevimli oğlu Erkincan var. Bize tanıdık olan evinin duvarları süt gibi bembeyaz ağartılmıştı. Ocak başı ise sarımtırak alçı ile düzgün bir şekilde sıvanmıştı. İzzethan’ın siparişi üzerine Metniyaz’ın kavak ağacından düzgün bir biçimde yaptığı yatak kenarları işlenmiş beyaz çarşaf örtülmüş, yatağın baş tarafında iki beyaz yastık güzelce konulmuştu. Metniyaz’ın rastgele koyduğu aletler tahtadan yapılmış sandıklara konulup balkonda kendi yerini bulmuştu. Oyuktaki kovalar, kazıktaki kepçeler ve evin diğer göze çarpan eşyalarının tertemiz, derli toplu halde konulması bu evi idare eden kadının çalışkan ve titizliğini gösteriyordu. Metniyaz’ın kanola ektiği sene susuzluğa dayanamayıp gölgesinde yattığı kocaman dut ağacının yanında şimdi heybetli iki çardak var. Çardağın etrafında kına çiçeği, papatya ve mızıgüller bitip açmış.
1955
DİPNOTLAR
*MAO ZEDONG’UN PROPAGANDA CÜMLESİ
1)UYGUR TÜRKÇESİ-AÖF YAYINLARI- 2013- SAYFA 38
2)ALİMCAN İNAYET – TÜRK DÜNYASI ĐNCELEMELERİ DERGİSİ / JOURNAL OF TURKİSH WORLD STUDİES, CİLT: IX, SAYI 2, SAYFA: 73-117, ĐZMĐR 2009. 73 ÇAĞDAŞ UYGUR EDEBĐYATINDA BİR HİKÂYE: ÇENIKIŞ SAYFA 74
3) YAŞAMAK- YU HUA-JAGUAR KİTAP-2016 -İSTANBUL
4)HTTPS://EPOCHTİMESTR.COM/İNDEX.PHP/TURK-DUNYASİNİN-KOMUNİZM-İLE-İMTİHANİ-4-BOLUM-UYGUR-TURKLERİ
5) ALİMCAN İNAYET – TÜRK DÜNYASI ĐNCELEMELERİ DERGİSİ / JOURNAL OF TURKİSH WORLD STUDİES, CİLT: IX, SAYI 2, SAYFA: 73-117, ĐZMĐR 2009. 73 ÇAĞDAŞ UYGUR EDEBĐYATINDA BİR HİKÂYE: ÇENIKIŞ SAYFA 74
6) ALİMCAN İNAYET – TÜRK DÜNYASI ĐNCELEMELERİ DERGİSİ / JOURNAL OF TURKİSH WORLD STUDİES, CİLT: IX, SAYI 2, SAYFA: 73-117, ĐZMĐR 2009. 73 ÇAĞDAŞ UYGUR EDEBĐYATINDA BİR HİKÂYE: ÇENIKIŞ SAYFA 104