Klasik edebiyatımızda orucun yeri ayrıdır. Şiirlere, beyitlere, manilere, gölge oyunlarına uzanan bir yelpazede rahmet ayı Ramazan sevinçle kutlanır ve anılırdı. Modern edebiyatta ise oruç bireyin kendine döndüğü kendiyle hesaplaştığı, insanlık hallerinin irdelendiği bir vakit ve fırsat olmuştur. Öykümüzün vazgeçilmez kalesi Mustafa Kutlu’dan kalpleri ısıtacak, bizi ilahi bir sofraya davet edecek içten bir yazı ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Fırından çıkan sıcak pidelerin buğusu, kavrulmuş susam kokusunu karışıyor. Hangi mevsimde olursak olalım, marulun kıvırcık salatanın, bir deste maydanozun yeşilinden fışkıran dirilik ve ferah içimize yayılıyor. Dedeler ceplerinde şekerlemeler ile torunlarını kucaklıyorlar. Akşamın pembe lacivert tülü büyük bir sükûnet ile İnsanların, bütün dünyanın üzerime İniyor.
Melekler saf saf iniyorlar.
Cennet kapıları açılıyor.
Rahmet, merhamet ve bereket her yandan kuşatıyor bizi.
İnsanlar birbirlerine sevgi ile bakıyorlar Zenginler zenginliklerinden soyunuyor, yoksulların yoksulluğu kayboluyor. Kalbimizin paslı kilidi açılıyor. Bize selam veren bir kişiyi kardeş biliyoruz. Kimse sesini sertleştirmiyor. Yüzlerde nur, gönüllerde karşı konulmaz bir incelik, bir rikkat.
Açlık bizi doyuruyor. En çok kıymet verdiğiniz şeyle başkaları ile paylaşmaktan sonsuz bir haz duyuyoruz. Bize yük olan her unsur, her tasa, her ihtiras tasını tarağını toplayıp savuşuyor. Kapımız ve soframız açık… Derdimizi ve sevincimizi söylemekten hoşnûduz.
Sabır bizi coşturuyor. Kalbin ırmakları dolu dizgin… Merhamet sağanak gibi boşalıyor. Hizmetten, hürmetten, ibadetten yeryüzünde oluşumuzun derinliklerinden, sebeplerden ve sonuçlardan geçiyoruz. Bir imtihan içinden yüz akı ile çıkıyoruz.
İçimizde kurulan kürsü bizi hesaba çekiyor. Ağlıyor ve tövbe ediyoruz. Tövbe suları sonsuz çağlayanların şırıltısını, aydınlığını, engin ufuklarını parıltısını taşıyıp duruyor işte. Bu taşı bu yoldan niçin kaldırmadım ben, bu çiçeğe bu hafta niçin şu vermedim ben, şu çocuğun yanağına bir öpücük niçin kondurmadım ben, komşumun kapısını bir kez olsun çalmadım mı ben, alnımı secdeye bir kez olun koymadım mı ben?
Derken ben…
Benlikten sıyrılıyor.
Benlikleri sıyrılırken, çiçek açmış badem dalının, kelebek kanadının, su sesinin ve yaldız parıltısının, dostun ve akrabanın, ayak bastığını toprağın, buğdayın ve zencefilin, yani akşam ezanı ile yeryüzüne yağmur gibi dökülen varoluşun sırlarını fark ediyor.
Bizi bu menzile eriştiren kılavuza binlerce teşekkür. Bize bu basirete bağışlayan güce sonsuz secde!
Bu srada çocuk, sıcak pidenin buğusuna sarılmış olarak gülümsüyor. Baba, işinden dönüyor; eve yaklaştıkça göğünde bir genişlik. Anne yeşil salatanın üzerine birkaç zeytin bırakıyor.
Paydos!
Ses kesiliyor. Rüzgâr duruyor. Güneş dağların ardına çekiliyor. Kuzeyde bir yıldız göz kırpıyor. Nefesimi tutuyoruz, Kuşlar kanatlarını kapatıyorlar. Çekiç örsün kenarında bekliyor. Dalgalar diniyor.
Sükût… Sükût…
Ve ağızları misk gibi kokanlar ve o gün insanlara gülden ağır bir söz söylememiş olanlar ve o gün almayı değil hep vermeyi düşünenler ve o gün “Sabredenlere hesapsız ecirler verilecektir” müjdesi ile müjdelenmiş olanlar, meleklerle birlikte iftar sofrasına oturuyorlar.
Allah’ım, şükürler olsun oruçluyuz…
*Bu yazı Keşkül Dergisi 27.sayıda yayınlanmıştır.