
ALEV ALATLI
DÜNYA GLOBAL BİR KÖYE DÖNMEDİ VE DÖNMEYECEK
- Türkiye neden kadınsı bir toplum?
Bunun birkaç sebebi olabilir; iyi bir araştırmaya tabi tutmak lazım. Bana göre 1875’ten itibaren yaşanan ağır savaşların rolü büyük. Bu savaşlar birkaç kuşak boyunca sürdü. İşte o zaman kadınların kaleyi devir alma durumu olmuş, üretim de dahil olmak üzere pek çok konuda söz sahibi olmuşlar. Dikkat giderseniz konuyu bu toprakların eski tarihine değin götürmüyorum. Fakat göz ardı edilmemelidir ki, Orta Asya’dan gelişimizden beri bu topraklardaki kadın unsuru önemliydi. Biz buraya kadın-erkek birlikte geldik. Ama 1875’ten sonraki süreçte kadın unsuru ülkenin enerjisi oldu. 1923’ten sonra ise kadın, politika ve benzeri konularda toplumda açıkça yer alabildi. Kadın gücünün zaman içinde artarak devam ettiğini düşünüyorum. 1950’lerden sonra yaşanan göç köyden gelen kadınları fabrikalara aldı. Bu durum kadınların ekonomik gücünü artırdı ve gittikçe toplumda daha çok yer edinmeye başladılar. Günümüz ilkokul öğretmenlerinin % 80’i kadındır, üniversitedeki kadın hocaların sayısı yine erkeklerden fazla, hatta Avrupa’yı bu konuda geçtik. Olayı buradan incelersek kız-erkek çocukların eğitimini üstlenen, ana değerlerini veren, töresini öğreten, hayata bakışım oluşturan kişinin kadın olduğunu görürüz. Türkiye’deki çocukların çevrelerini kollektif anneler sarmış durumda. Kim mi bu kollektif anneler? Teyzeler, halalar, komşu kızları, ilkokul öğretmenleri vs. Kadın-erkek ilişkilerini bu noktadan değerlendirdiğimizde kadın-erkek ilişkisini sadece eş ve sevgili olarak almamamız lazım kadın-erkek ilişkisi hayatın her safhasında mevcuttur.
— Fakat Türkiye’de kadınların ezildiği, erkek egemen bir yaşamın sürdürüldüğü söylenir.
— Eğer kadınlar bu ülkede eziliyorlarsa ezilmelerine sebep olan töreyi ayakta tuttukları için eziliyorlar. Türkiye’nin neresinde oğluna rağmen gelininin tarafını tutan kayınvalideler var ya da hangi anne töreyi çiğneyip, kızı sağda solda birilerine baktı diye dayak yerken onu kurtarmaya çalışıyor. Çünkü kadın töreyi ve değerler bütününü temsil eder, erkek çocukların yetiştirilmesinin bütün yükümlülüğü de kadınlarda olduğu için erkekler de kadınlar gibi düşünüp; hayati aynı pencereden değerlendiriyorlar. Dünyada sadece -İsrail kurulmadan önceki yahudileri saymazsak- Türk erkekleri, annelerinin sözünden çıkmazlar. Türk toplumundan iyi bir fizikçi, iyi bir matematikçi, kısaca iyi bir bilim adamı çıkmamasının da nedenlerinden biri kadınsı toplum olmamızdır. Kadın bizim ülkemiz için çok büyük bir enerji. Çünkü çok fedakârlar, çocukları ve aileleri için her şeylerini verebilecek insanlar. Fakat kadınsı ilkede şöyle bir yön vardır, beni bize tercih ederler. Yani bireyi aileye feda ederler. Toplumda erkeksi ilkeyi kullandrnaz hale getirdiğinizde, birtakım kavramları kaybedersiniz. Örneğin onur, haysiyet, vakar bunlardan birkaçı. Siz dünya tarihinde hiç onuru için düello eden kadın duydunuz mu? Bizim toplumumuzda aile fertleri arasında bu tür kavramların değeri yoktur. Bizim ülkemizde gençler, kız ya da erkek bir çıkmazdadırlar, kendileri olmak ve geleneğe uymak arasında gidip gelirler. Eninde sonunda kadın ya da erkek kendilerini aileye feda ederler. Erkek bunu yaptığı zaman aile içinde kalır. Örneğin karısını boşamaz. Dikkat edin istatistiklere, bu ülkede kadın erkeğini boşar, erkek değil. Bu ülkede erkeksi imge eziliyor. Sen dünyanın en yetenekli keman virtüözü olsan da, bir odada sabahtan akşama kadar çalış-mana bu ülkede izin vermezler. Gelelim maçoluğa, erkeklerin şiddet içeren tavırlarının ardında bana göre -kimi psikolojik araştırmalar da bunu doğruluyor- o kaçıp gitme isteği vardır. Dikkat giderseniz erkekler eşleriyle annelerine benzediği sürece iyi geçinirler. Çünkü sevgiyi sadece anne sevgisi olarak algılamışlardır. Sonunda kadınlar bu ülkede kocaları= anneleri olurlar ve öyle oldukları sürece saygı görürler.
— Biraz matematikten bahsedelim. — Teknoloji, fizik, astronomi, kimya vs. matematik-siz olmaz. Türkiye’de matematik başarı rakamları o kadar düşük ki Y.O.K. bu rakamları saklamak zorunda kalıyor. Eğer bu düşüklük devam ederse biz dünyanın ayak işlerini yapan bir ulus olarak kalırız. Gençler başlarını kaldırıp gökyüzüne bakmıyorlar. Size Andromeda’nın yerini sorsam bilemezsiniz. Semaya hâkim olmayan, hatta semanın farkında bile olmayan bir ulus.
— Siz kitabınızda matematik kanunlarının gerçeği yansıttığı sürece kesin olmadığını, kesin olduklarında da gerçeği yansıtmadığını söylüyordunuz.
Matematikle hayatın bütününü açıklamak tabii ki mümkün değil, hayat ve kâinat çok geniş, bu yüzden matematikle sınırlandırılamaz. Ama matematiği tüm sınırlı imkânlarıyla kullandığın vakit bile füzeleri onunla atıyor, barajları onunla kuruyorsun. Fizik bile matematiği kovalamak zorunda. Matematiksel olarak önce ortaya koyuyorsun sonra fiziğe geçip deney yaptığında o rakamları tutuyor. Ya matematiğe önem vereceğiz ya da turistlere dürüm yapacağız.
—Aristo mantığında “ya ya da felsefesi” yeni fizikte ise “hem hem de” yani kırçıl mantık söz konusu. Siz “hem hem de” diyorsunuz, dünya bunca yıldır yanıldı mı?
—Dünya, siyah-beyaz mantıkla her şeyi açıklayabileceğini düşündü ve yanıldı. Bu siyah-beyaz mantık hiçbir şeye yaramıyor demek değildir. Kırçıl mantık da tasavvufa benziyor. Nasrettin Hoca’nın sen haklısın, sen haklısın, sen de haklısın, diye üç ayrı kişiye seslenmesi, sûfî görüşünden ötürüdür. Birden çok doğrunun olması, birden çok bakış açısı yani. Bu iki mantığın birlikte kullanılmasından yanayım.
—Türkiye’de toplumsal bir afazi yaşandığından bahsediyorsunuz.
— Evet Türkiye’de toplumsal bir afazi yaşanıyor. İnsanlar, birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlar. Kavram-ların anlaınları sürekli kayıyor. Milletvekilleri T.B.M.M.’nin ne olduğunu bilselerdi, değil tavanına çiğ köfte yapıştırmak, çiğ köfteyi yoğurmak akıllarına gelmezdi. Mimar Sinan’ın neyi temsil ettiğini anlayan adam gidip duvarını pislemez. Demek ki kafamızdaki kavramların yeri karışmış. Biz görmüyoruz. Görsek bu kadar pis ve çarpık bir şehrimiz olmazdı.
—Afazi Türk toplumunda yeni bir şey mi?
— Pek yeni sayılmaz, bu batıdan teknolojik dayağı vermemizle başladı, çünkü yeni kavramlarla karşılaştık. Tunuslu Hayrettin Paşa, Tunus’tan Fransa’yı ziyarete gider, döndüğünde Arap ve Türk dünyasında Fransa’yı anlatabileceği kavram bulamaz. Meselâ Fransızlar “vatan” derken bir şey ifade etmek istemiştir ama onun karşılığı burada yoktur. Tunuslu Hayrettin Paşa gördüklerini anlatabilmek için kelimelerde anlam kaymasına gider, türetmeye gider vs. Yani 18., 19.yy’da başlamıştır bu. Yine kökeni Kur’ân’dan alınan kavramlarda çok büyük kaymalar var. Hatta dini deyimlerde bile böyle kaymalar mevcut. Her koyun kendi bacağından asılır, herkesin kendi amelinden sorumlu olduğu anlamına gelirken şimdi gemisini kurtaran kaptan anlamına geliyor. Bizim sürekli bir anlama sorunumuz var. İki insanı konuşurken düşünün birinin söylediğinden kim bilir ne anlıyor? Üstelik T.D.K ile iş iyice karıştı, bir estetik oluşturmaya çalıştılar, böylece eski ile yeni kelimeleri bir arada kullanamaz olduk. Sadece yeni kelimeleri kullanacağım dediğin zaman, bir avuç kelime kaldı elinde. Tahmin etmek, umut etmek, beklemek, zannetmek, korkarım, bunların hepsine sen kaldırıp umut diyorsun, umudun Türkçe olduğuna nereden karar verildiği de ayrı mesele. Sonra şöyle bir şey oluyor, “Adamın öldüğünü umut ederim” diyor, aslında “tahmin ediyorum” diyecek. Türkiye nasıl T.D.K.’nin tuzağına düştü bilmiyorum. Çünkü bir kelime sadece bir kelime değildir, beraberinde bir çağrışım ordusuyla birlikte gelir. Bu yüzden bir kelimenin kaybı, onlarca çağrışımın kaybıdır. Atlastan Eflak Boğdan kelimelerini kaldırdığında kalkan sadece o kelimeler değildir, bütün bir tarih. anlayış, yemek tarifleri, türküler, hepsi gider. Türkiye astronomide birkaç ülkeden biri aslında, batılıların astronomi-tarih kitaplarına bakarsanız, gökyüzündeki Türkçe, Arapça kökenli yıldız sayısına şaşırırsınız. Sen Zuhal’e Satürn der-sen, takım yıldızının adı Süreyya iken Ülker iken sen bundan Prayedes diye söz edersen, nasıl bir kopuş olur biliyor musunuz? Her şeyi yabancılar buluyor, her şeyi onlar yapmış. Bunun üstüne afazi salgını gelince insanlar konuşulanlan anlamıyor.
— Türkiye ikinci aydınlanmaya bir süreç sonunda mı yoksa itici bir güç yardımıyla mı geçer?
— Bilinçli bir zorlama olmadan geçemeyeceği kanaatindeyim. Ama bunu kimler gerçekleştirir bilmiyorum. Kendi kendine oluşması çok zor. Farkındalık yaratılması lâzım. Mesela gençlikte müthiş bir depresyon var, çok sıkılıyorlar. Türkiye’nin kendine gelmesi lazım, erkek çocukları tırsmış durumdalar, bırakın ev geçindirmeyi, sigorta bile bağlayamıyorlar. Ben kız veya erkek eline fırçayı alıp evini boyayan kimseyi görmüyorum. Bir deprem oldu, çadırlar iyi veya kötü ama her tarafı su basmış, yanından bir kanal açabilecekken adam açmıyor, devlet gelsin diyor. Fena halde sıkılan, ellerini kullanamayan, üretim yapamayan erkekler. Sıkıntıdan patlıyor insanlar, de ki karar verdin bu sefer de afaziden bir şey yapamıyorsun. Her şey birbirine bağlı.
— 12 Eylül’den sonra toplumsal kaygılardan uzaklaşan, bireyselliğe değer veren gençlerden bahsediyorsunuz, bu size göre yanlış mı?
—İki şeyi karıştırmamak lazım. Bireysellik başka bir şeydir ideolojik toplumsallık başka bir şeydir. İdeolojik toplumsallık tıpkı annenin peşinden gider gibi, körkütük bir ideolojinin peşinden gitmektir. Bu seni ne bireyci ne de toplumcu yapar. Bireysellikten kasıt kendi başına düşünebilme yeteneğidir ve muhakkak kazanılması gereken bir unsurdur. Türkiye insanı bunu halen kazanamadı. Bireysel olma toplumu dışlayan bir şey değildir. Tersine insan toplum için, kalıpların içine girmeden, bireysel düşünebilir. ’80 sonrası kuşak bu bakımdan çok daha ileride, seçici davranıyor, önüne gelenin peşinden koşmuyor. Fakat kendisi de ortaya bir şey koyamıyor. İş hızla lümpenliğe, nihilizme doğru ilerliyor. Boşluğun yerine koyacak bir şey lazım, bu çağda artık insanları cehennem ateşiyle engelleyemezsiniz, başka değerler de vermek lazım. Şunları yaparsan yanarsın dediğinde korkmuyor adam, ek dünya görüşleri, ek anlayışlar gerekiyor. Bu da yapılmıyor. Türkiye’de profesyonel devrimciliğe karşı profesyonel İslamcılık var. Kur’ân okumayan müslümanlara karşı Marx’ı okumayan devrimciler.
—Siz ulus kavramını öne çıkardığınız için sürekli eleştirilen bir yazarsınız, söylediklerinizle ulusu dünya kardeşliğinin önüne çıkarıyorsunuz.
—Ulus kavramı, dünya kardeşliğinin önündedir. Dünya global bir köye dönmedi ve dönmeyecek. Dünya olsa olsa belirli çıkarlarından ötürü birbirlerini idare eden tarikat benzeri bir bütünleşmeye dönebilir. Bilgisayar’ bilen bir adamla, Afrika’daki burnuna konan sineği kovalamaktan aciz bir delikanlı asla kardeş olamaz. Arada çok büyük bir dünya görüşü ayrılığı vardır. Yine yangında ilk kurtarılacak şey benim kızımdır, sonra komşumdur. Düşünün, benim yazar olarak globalleşiyoruz diye bu ülkenin sorunlarını bırakıp, başka ulusların problemleriyle ilgilendiğimi. Böyle bir şey olabilir mi? Benim ulusçuluğum başka ulusların ortadan kalkmasına yönelik bir ulusçuluk da değil. Aksine başta kendimi muhafaza ettikten sonra diğer ulusların da kendilerini korumalarına yönelik bir ulusçuluk. Bizim kültür, dil, din, gen birlikteliğimiz var. Büyük bir tarihi tecrübemiz var. Ulusçuluk elbette önemli ve ben bunu sürekli hatırlatmak istiyorum. Dağılmayın, dağılmayın, dağılmayın demek istiyorum bu ulusa. Çünkü en kötü devlet devletsizlikten iyidir.
—Kitabınızda da ayrışmış bir Türkiye var.
—Evet, bu benim en büyük korkum. Zaten ayak işlerini yapmaya talip bir ülkeyiz. Onlar bilgisayar programını yazıp elimize tutuşturacaklar, biz de karşılığında onlara dürüm yapacağız, onlara sahillerimizi açacağız. Sonra yeşilciler gelip bize etrafı kirletmeyin diye bağıracaklar. Üstelik bizim neyi kirlettiğimiz de belli değil. Sanayide rekabet gücümüz ne kadar ki etrafı pisletmiş olacağız. Karadeniz’i biz mi kirlettik? Tuna nehrinin büyük havzasının bir buçuk asırlık pisliği doldurdu Karadeniz’i. Ozonu biz mi deldik? Hangi sanayi ile? Ben bu sözlerimle çevreye dikkat etmeyelim demiyorum, anlatmak istediğim bambaşka bir şey.
—Sivil toplum örgütleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
— Afazinin çok ciddi bir göstergesi olduğunu düşünüyorum -bir tarafıyla-. Çünkü onlar aynı dili konuşan insanları bir araya getiriyorlar. Sayıları ne kadar çoğalırsa, insanlar o kadar ayrışıyor. Neden Nakşîler Kâdirîler’den Bektaşîler Alevîler’den ayrılıyorlar, çünkü bir yerde dil farklılaşması var. Neden bir sürü Atatürkçü dernek var, aynı sorun, anlaşamıyorlar. Ben bu ayrışmalar arttıkça korkuyorum, çünkü bu ayrışmaların sonucunda ülkeye yeni görüş açılarının geldiğini görmüyorum. Süleyman Demirci kırk senedir burada, bütün köşe yazarları kırk senedir burada. Süleyman Demirci ile Çetin Altan aynı yaştadır, olayı böyle değerlendirmek lâzım. Kadın haklan derneklerine bakın, bunlar aynı dili konuşamamaktan ne hale geldi. Başörtülü kadınların haklarını savunuyor mu bunlar, başörtülüler kadın değil mi? Burada da bir dilsizlik sorunu var, bütün gün o insanlar da boşu boşuna bir araya gelip konuşmuyorlar herhalde.
— Yerine daha iyisini koymadan var olanı elden çıkarına geleneğimizi afaziye mi borçluyuz?
— Afazinin, kadınsı toplum olmanın, kısmen geleneğin vs. bunların birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Zaten afazik isen okuduğunu anlamıyorsun demektir. Böylece ne Marx’ı anlıyorsun ne Kur’ân’ı. İşin kötü yanı durumumuzun farkında olmayan kişiler bugün öğretmenlik yapıyor ya da politikayla uğraşıyor vs. Topluma yön veren insanlar, durumun farkında değillerse, düzelme nasıl olacak bilmiyorum.
Amerika’da bir sürü ırk var. Fakat hiçbiri kendini ben şu ırktanım, ben bu ırktanım, diye tanımlamıyor, hepsi Amerikalıyım diyor. Kendimizi kandırmaya gerek yok, adamlar o kadar başarılı ki kültürleri dünyayı sardı. Yemeklerini, giyimlerini, kültürlerini, dünya görüşlerini, ihraç ediyorlar. Sonra Alev Alatlı, global dünya görüşünü bir kenara bırakıp ulusçuluğu savundu diye kötü oluyor. Ben bin küsur yıllık bir milletin telef olmasını istemiyorum, yapabileceğim bir şey varsa da yapmak isterim.
—Yeni fizik, adalet, ahlâk, akıl, adaptan oluşan dört yapraklı yoncanın neresinde duruyor?
—Akılda tabiî ki.
—Postmodern yani tanksız tüfeksiz faşizmden bahsediyorsunuz ve size göre bu normal faşizmden daha tehlikeli.
— Faşizmde devlet sermayeyi arkasına alır ve işlerini yürütür. Sermaye devletçe tank ve tüfekle korunur. Şu anda ise devletler tank ve tüfekleriyle dünya ekonomisinin devlerini, kartellerini koruyorlar. Bu faşizmin tarifine uyuyor. En sıkı faşistler kimlerdir diye bir soru sorarsak, Amerika ile Avrupa Topluluğu arasındaki kavgaya parmak basarız. Hepsi kendi ülkelerinin ekonomik çıkarlarını silâhla koruyor. Kimse Bağdat’a, Kuveyt’e girdi diye saldırmadı, petrol sahalarına girdi diye saldırdı.- Kimse Osmanlı’ya karşı Arapları, sırf Araplar özgür olsun diye kışkırtmadı, petrol için yaptı. Kürtler de öyle, bir tampon bölgesi kurulmak istendi ve devlet kurma tecrübesi olmayan bir halk olarak onlar seçildi. Kolay kandırılacakları düşünüldü ve kandırıldılar. Kimin umurunda kaç kişinin öldüğü. Üstelik faşizm bununla da yetinmiyor, isterseniz bir karşılaştırma yaparak anlatayım. Almanya’nın son durumunda üniformaları hatırlayın, marşları, şarkıları hatırlayın hepsi aynıdır. Çünkü her şey denetlenir. Resim denetlenir, edebiyat denetlenir vs. Peki şu anda aynı şey olmuyor mu? Örneğin müzik, zavallı Neşet Ertaş’ın Gramy ödüllerinde ne şansı olabilir, müziğin nasıl olması gerektiğini belirlemişler, böylesi güzel, böylesi çirkin diyorlar. Biz de kabul ediyoruz. Giyim denetleniyor, modalara bakar mısınız? Giydiğimiz renge varıncaya kadar aynıyız, neye gülmemiz gerektiği denetleniyor, adam yaptığı esprinin altına kahkaha döşüyor. Bu ne demek, sen burada gülmelisin demek. Yemeklerimiz, içeceklerimiz, okumamız gerekenler, iyi olan her şey denetleniyor. Ödülleri onlar veriyorlar, onların bilinçlerine göre iyi, güzel, başarılı, olacaksın. Hindistan’dan neredeyse Nobel alacak kadının özelliği nedir? Müslüman ana-babasına sövmek, kadın hakları gidiyormuş diye ülkesini aşağılamak vs. karşılığında İsveç’te villa sahibi oldu, oturuyor. Kaç kişi bu duruma karşı koyabilecek? Uluslararası yazar olmayı kim istemez? Sonunda bilgisayardaki gibi copy-paste. Dünyada ne oluyor, biz neredeyiz bilmemiz gerek. Yeniden başlama imkânımız yok, göçler devri bitti, eskisi gibi hadi bu ülkeyi bırakıp göç edelim diyemezsiniz.
—Medyayı bu düzlemde nereye oturtuyorsunuz?
—Postmodern faşizmin ajanları olarak değerlendiriyorum. Sizce medya halka bilgi veriyor mu? Vietnam’da ne oluyor, Dağıstan’da ne oluyor, Afrika’da ne oluyor, biliyor muyuz? Afrika’da kaç tane ülke var? Kenya’nın başkenti neresi? Bilmiyoruz, medya bize bunları vermiyor, bilgilendirmiyor. Sürekli sana başka şeyler empoze ediyor. Güzel bir kadını gösterirken güzelliği empoze ediyor. Dişlerinin nasıl olması gerektiğini oradan öğreniyorsun, aynı boy, aynı saç rengi, aynı parlaklıkta dişler, aynı fizik, mankenlerin hepsi birbirlerine benziyor. Sen de onlara benze diyorlar sana, çünkü güzel olan onlar. Siz dünyadaki bütün kadınları 38 bedene sığdırmanın ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz? Bundan âlâ faşizm mi var?
—Kitabınızdaki kahramanlardan biri olan Devrim yeni fiziği yani birden fazla gerçeğin olmasını kaldıramıyor ve intihar ediyor, başka bir kahraman olan İmre Kadızade de yine aynı sebepten Yüce Koalisyon’a sığınıyor. Yeni fiziği Türk toplumu kaldırabilecek mi?
—Ben düz mantıktan vazgeçilmesi taraftan değilim. Ondan vazgeçmek imkânsız çünkü, ben düz mantığın tek başına kullanılmaması taraftarıyım. Saçaklı mantığın da siyah ve beyaz olmak üzere iki ucu var. Ben Türklerin globalleşmede olduğu gibi saçaklı mantıkta da ipin ucunu iyice kaçıracaklarını düşünüyorum.
—Koalisyon, Yüce Pir, Vasallar vs. kitabınızda geçen bu kavramların dünyamızda somut karşılıkları var mı?
—Elbette Yüce Pir Amerika, Vasallar G-8’ler, Salikler G-20’ler, Talipler Türkiye benzeri ülkeler, mağdurlar ise bütünüyle talip ama durumları gereği kabul edilip edilemeyeceği belli olmayan ülkeler, sömürülmezler ise sömürülemeyecek durumda olan ülkeler, lanetliler ise bu ülkelerden medet umanlar.
—Sizin Türkiye’de yaşanan İslâm adına kaygılarınız var değil mi?
—Elbette, İslâm böyle lanse edilirse bir noktadan sonra insanlar alın dininizi diyecekler. Noelde gidip bakın kiliselere nasıl tıklım tıklım Türk dolu. Türk filmlerinde kilise ağzıyla nikâh kıydırılıyor nikâh memurlarına. Çünkü karşı taraf daha paralı, kiliseler her zaman camilerden daha şık, çiçeğinden tut da oturacağı yere kadar. Camide kör lamba zor yanıyor. Papazlarının kılık kıyafeti ne kadar düzgün, bizde ne kaftan kaldı ne başka bir şey. Japonya’daki kadınlar sokakta kimonolarını giyip güzel güzel dolaşıyorlar. Biz bindallıyı müzede zor görür hale geldik. Bindallı işlemesini bilen kızımız yok. İşin estetiği kalmadı, Postmodern Faşizm ne kadar kolay bir sahada oynuyor. Kendimizi ona karşı savunabilir miyiz? Sonra herkes nikâhta Carmine Burano çalmak peşinde. Haklı da, çünkü o güzel, estetik. İki sene evvel Şeb-i Arûs’daydım. Türkiye gibi bir ülkede Konya gibi bir şehirde Şeb-i Arûs basketbol sahasında yapılıyor. Yanda basketbol potaları, altta çizgiler böyle şey olur mu? Sonra biz Mevlevi’yiz diye geçinen bir sürü insan, bir bina yapamamışlar. Toplumsal çıkar gözetilmiyor. Bir sürü kapalı genç kız okullara alınmadı, alternatifi neydi bunun? Evde otursun, cahil kalsın. Bu mu toplumun gelişmesi adına yapılacak olan, üretim gücünden yoksun, bakılmaya muhtaç bir sürü pırıl pırıl kız. Pırıl pırıl, çünkü üniversite imtihanını kazanmış gelmiş, amacı var. Ömrüm yurt dışında geçti benim böyle bir toplum görmedim. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da vs. hepsinde ülkelerinin çıkarına dönük bir fikir birliği var. Galiba toplum için çareler bulmayı bırakıp herkesin kendini gözden geçirmesi gerek. Nereye gidiyorum, ne yapıyorum, yirmi dört saat nasıl geçiyor? Bektaşî’nin her an uyanık olması adabı gibi. Gece yatarken bile rahatça uzanıp yatamaz. Her an olanları yorumlamak zorundadır. Sürekli farkındalık.